ÖZETLE İSLAM AKAİDİ
A) AKAİDİN TANIMI
Akait, akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde,
akd kökünden türemiştir. Akd ise düğümlemek, bağlamak anlamına gelir. Buna göre
akide, bağlanılan, sağlam bir şekilde inanılan, düğüm atmışçasına kesinlikle
gönülden kabul edilen şey anlamını taşır.
İtikad kelimesi de akd kökünden türemiş olup kalpten bağlanma, kesin olarak
karar verme, inanma anlamına gelir.
Terim olarak akait, İslâm dininde inanılması ve kalben kabul edilmesi
gereken konulara verilen addır. "Akait" terimiyle kastedilen, iman
esaslarıdır. Akait ilmi denilince akla, iman esaslarından bahseden ilim gelir.
B) AKAİDİN KONUSU
Akait, İslâm dininin ameli değil de itikadî ve nazari hükümlerinden
bahseder. İslam dininin temel kurallarını inceler. Akait ilmi, kısa ve özlü
olarak, iman esaslarını inceleyen, konu alan bir ilim dalıdır.
Bu açıdan bakıldığında akaitin konusu, iman esaslarının tümüdür. İman esasları,
altı bölümden oluşur.Allahın
zatına ve sıfatlarına iman, bu esasların temelini teşkil eder. Bundan sonra
diğer esaslar gelir.
Bunlar; meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete, kaza ve kadere
imandır. Akait ilmi, sözü edilen iman esaslarına inanmanın nasıl ve ne şekilde
olacağını da belirler ve iman etmenin mahiyetini inceler.
Kısaca, Allahın
istediği, sağlıklı bir iman, Akait ilmi sayesinde kazanılır.
C) AKAİDİN GAYESİ
1. İnsanın kalbine, onun yaratılış ve fıtratına, saf ve temiz
tabiatına en uygun olan imanı yerleştirmektir.
2. Allahın
varlığını, birliğini, tüm insanlara duyurmak, anlatmak ve kalplere yerleştirmek
akaidin en önemli gayesini oluşturur.
3. Bütün insanları tevhit inancı etrafında birleştirmek, akait ilminde
gerçekleştirilmek istenen en büyük amaçtır.
Böylece akait, insanı inançsızlık, inkar, şüphe ve tereddütlerden
kurtararak manevi yönden güçlü ve huzurlu yapmak ister. İnsan sağlam ve
hurafelerden uzak bir akide sayesinde dünya ve ahiret mutluluğuna erişir.
Mutluluk, başarıda önemli bir etkendir. Huzurlu, mutlu ve başarılı
insanlardan oluşan bir toplum da aynı niteliklere sahip olur. Sağlam inanç
sahibi insan, faziletli, ahlaklı, yararlı ve verimli olur. İşte akaidin bir
gayesi de insanları dareyn[1]de mutlu ve başarılı kılmaktır.
[1] İslam literatüründe dünya ve ahirete verilen isimdir. Burada sözü edilen
"mutlu kılmak" görevi aslında İslamın
kendisine aittir. Akait İslamın
özünü oluşturduğundan dinin kendisi demektir.
D) AKAİDİN METODU
Akait, hakikatleri açıklamada hem nakil[1] denilen Kur'an ve
Sünnetten, hem de akıl[2]dan faydalanır. Kur'an-ı Kerimin ikna ve irşat metodu
ile hadislerin tebliğ, talim, müjdeleme ve sevindirme metodu akaidin de
metotları arasında yer alır.
Akait ilminde vahye dayalı naklî deliller önemli olduğu gibi aklın, duyuların ve
deneyimlerin verdiği bilgiler de önemlidir.
Kısaca, akait metot olarak nakli esas alır; bunun yanında aklı da
ihmal etmez. İman esaslarını açıklarken hem aklî, hem de naklî delilleri
kullanır.
[1] Nakil, vahye dayalı olan Kuran ayetleri ve sahih hadislerdir.
Nakilde aklın hiçbir dahli yoktur. Tamamen ilahidir.
[2] Akıl, İslamın nakilden sonra gelen ve kıyas-ictihad kaynağının temelini oluşturur.
Fakat bu temel nakilden bağımsız olamaz. Aklın nakilden ayrıldığı yerde
sapkınlıklar başlar.
E) AKAİDİN DİĞER İSLAMİ İLİMLER ARASINDAKİ YERİ
İslam dininin inançla ilgili hususlarının ilmi olan akait, bütün diğer
İslamî ilimlerden önde gelir. Dünya ve ahiret faydası açısından akait, bütün
İslamî ilimlerin dayanağı ve temelidir. O olmadan diğer ilimlerin bir değeri
yoktur.
İnsana önce akide (iman) gereklidir. O bakımdan, Kur'an-ı Kerimden
"Yaratan Rabbının adı ile oku" ayetinin dışında ilk önce nazil olan
ayetler, iman (akait) ile ilgili ayetlerdir. Amelle ilgili ayetler daha
sonra gelir.
Bir kişinin Müslüman olması için de ilk önce iman etmesi gerekir, amel
(namaz, oruç, zekat...) sonra gelir. Akide ve iman olmadan amel, bir değer
taşımaz; fakat amelsiz akide değer taşır. O halde akait, İslamî ilimler arasında
birinci sırada yer alır.
Akait, fıkıh ve diğer İslami ilimlerden önce gelir. Akait, İslamî
ilimler arasında, bir ağacın kökü, diğer ilimler ise dalları gibidir. Temelsiz
bina düşünülemeyeceği gibi akaitsiz İslamî ilimler de düşünülemez.
F) AKAİT İLMİNİN DAYANDIĞI KAYNAKLAR
Akait ilminin dayandığı ilk ve en önemli kaynak, Kuran-ı Kerimdir.
Beşeriyetin son dini İslamiyetin inanç esasları; neye inanılacağı, nasıl
inanılacağı, Allah tarafından Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde anlatılmıştır.
İkinci kaynak, Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen mütevatir
hadislerdir. Mütevatir Hadis: Yalan üzerinde birleşip anlaşması, aklen
mümkün olmayacak kadar kalabalık bir topluluğun ittifakla rivayet ettiği
hadislerdir. Bu derece kesin rivayetlere dayanan Peygamber (s.av)in hadisleri,
akait ilminin ikinci kaynağıdır.
Zira peygamberlerin bilgisi Allah (c.c) tarafından öğretilmiş bilgilerdir.
Dolayısıyla bir çeşit vahiydir.
Felsefe ve müspet ilimlerde müstakil bilgi kaynağı olarak kabul edilen akıl,
duyular ve bilimsel deneyler de akait ilminin kaynakları arasındadır. Ancak
bunların verdiği bilgilerin doğru, nakle ve gerçeğe uygun olması gerekir.
İMAN NEDİR?
A) İMANIN TANIMI
a) İmanın sözlük anlamı; bir şeye kesin
olarak inanmaktır.
b) İmanın dînî terim olarak tanımı; Allahın
varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun
kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar).
B) İNANILMASI GEREKEN ŞEYLER BAKIMINDAN İMANIN KISIMLARI
1- İcmalî iman : Bu, imanın özü ve en kısasıdır. Bu da "Kelime-i şahadet"
ile özetlenmiştir:
Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur; yine şahitlik
ederim ki, Hazret-i Muhammet Onun kulu ve peygamberidir".
Bu, imanin ilk derecesi, Islâmın
ilk basamağı ve temel direğidir. Allahın
varlığını ve birliğini, Hz. Muhammet (sav)'in Allahın
peygamberi olduğunu yürekten tasdik etmek demek, onun haber verdiği şeylerin
hepsinin doğru olduğuna inanmak demektir. Ancak, Hz. Muhammet (sav)in haber
verdiği ve tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak
şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı buna "icmali veya toptan iman"
denmektedir.
Bir kimseye mümin diyebilmek için o kimsenin icmalî imanı "Kelime-i şahadeti"
kalbi ile tasdik dili ile söylemesi gerekir. Bir insan için birinci farz budur.
2- Tafsîlî iman: İcmâlî imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve iman edilmesi
gerekli olan şeylerin her birini ayrı ayrı öğrenip onlara da iman etmek farz
olur. Tafsîlî iman, imanın en geniş şeklidir. İman esaslarının hepsini içine
alır.[1]
[1] Buna ayrıca "tahkiki iman" da denir. Çünkü tafsili iman eden kişi aslında
iman edilecek konuları tahkik edip araştırarak bunu yapmaktadır.
C) İMANIN ŞARTLARI
İmanın şartları altıdır:
1- Allahın
varlığına ve birliğine,
2- Meleklerine,
3- Kitaplarına,
4- Peygamberlerine,
5- Ahiret gününe,
6- Kadere, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır.
D) İMAN BAKIMINDAN İNSANLAR
İman bakımından insanlar üçe ayrılırlar:
1. Mümin: İslâm dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik
edip dili ile söyleyen (ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.
2. Kâfir: İslâm dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammet (sav) in
peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.
3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile
İslâm dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak
denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır.Konuştuklarında yalan söylerler, söz
verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
E) İNANMA İHTİYACI VE ALLAHA İMAN
İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme
gibi olaylar bedenimizle; inanmak, sevinmek, mutlu olmak gibi olaylar da
ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik, işte
budur. İnsan, beden ve ruh yapısıyla bir bütündür.
İnsan ruh yapısının en belirgin özelliği inanmaktır. Yeryüzünde, günümüze kadar
inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur. Bunu, insanlığın kültür, sanat ve
geleneklerinde görmekteyiz.
İnanç, maddi hayatımızla da ilişkili bir güçtür. İnsanın zorluklara ve
güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana çalışma, yaşama ve başarma
gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. Çünkü inancı
olan kişi, bu inancının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara
faydalı olur.
İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmağa götürür. Kişi,inancını kuvvetlendirmek
için pek çok şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece
hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini böylece
ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar.
Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabiî bir olaydır. Bütün
insanların buna ihtiyacı vardır.
Çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz yüz binlerce varlık vardır.Yeryüzünde
çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvanlar, renk renk çiçek ve
bitkiler görürüz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır.
Bunların hepsini gözümüzün önüne getirip düşünürsek kendiliğinden var olmadığını,
bütün bunları yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu anlarız.
Evrende hiç bir şey kendiliğinden, kendi kendine var olmuş değildir. İşte her
şeyi yaratan bu yaratıcı, Allahtır. Gözlerimizle Onu görmesek bile evrenin bu
eşsiz düzeni bize Onun varlığını göstermektedir. İslâm dininde, bütün evreni ve
her şeyi yaratan bu varlığa "Allah" denir. Biz Allahın
varlığına ve birliğine gönülden inanırız.
ALLAHA IMAN
A-ALLAH VARDIR
Günümüzde insanlar kendi yaptıkları
füzelerle aya gidip geliyorlar, uzayda inceleme ve araştırmalar yapıyorlar.
İnceleme, araştırma aletlerini uydular halinde yörüngelerine yerleştirerek bu
uçsuz bucaksız evren hakkında yeni bilgiler ediniyorlar. Bu uyduların
aracılığıyla her türlü haberleşmeği gerçekleştiriyorlar.
Biz evimizde oturup telefonla Almanya, Amerika, Avustralya gibi uzak, yakın,
ülke ve kıtalardaki yakınlarımızla konuşabiliyoruz. Evdeki televizyonumuzla
dünyanın her yerinde olup biten her şeyi anında görüp öğreniyoruz. Diğer
taraftan gözle görülmeyecek kadar küçük varlıkları da mikroskop denilen, küçük
canlıları milyonlarca defa büyüten aletlerle inceleyerek bunlar hakkında pek çok
bilgiler elde ediyoruz.
Bütün bu araştırma ve bilgiler sayesinde insanlar daha mutlu ve sağlıklı bir
hayata sahip olabiliyorlar. Bilgilerimiz arttıkça her şeyi içine alan bu evrenin
büyüklüğünü, sarsılmaz düzenini her geçen gün, düne göre daha iyi anlıyoruz.
Demek ki evren hakkındaki meraklarımız da artmağa devam edecektir. Bununla
beraber evren hakkındaki meraklarımız da her gün artacaktır. Öyle ise bu evrende
görüp öğrendiğimiz hassas düzen kimin eseridir? Etrafımızda bulunan her şey,
kullanıp yararlandığımız her türlü eşya kendiliğinden meydana gelmemiştir.
Her şeyin bir yaratıcısı, meydana getireni vardır. Sınıfınızdaki tahtada bir
yazı ve çizilmiş bir resim gördüğünüz zaman bunu yazanı ve çizeni
araştırırsınız. Bu yazı ve resmin kendiliğinden çizildiğini söyleyemezsiniz.
Öyle ise her şeyin bir yapıcısı, var edip ortaya getireni vardır.
Yediğimiz ekmek, okuduğumuz kitap kendiliğinden bu hale gelmemiştir. İşte
evrendeki her şeyin meydana gelip var olması, kusursuz bir hareket içinde
bulunmaları, aksamayan bir düzenle varlıklarını sürdürmeleri kime aittir
"Gökleri ve yerin sırları Allaha aittir." (Şûra Sûresi, 12. âyet.)
Biz yüce Allahın
varlığına, bir tek oluşuna ve Kuran-ı Keriminde geçen bütün sıfatlarına her
türlü şüphe ve tereddütten uzak olarak kesin bir şekilde inanıyoruz.
B) ALLAH'IN SIFATLARI
Yüce Rabbımız Kuran-ı Keriminde kendisini daha iyi anlayıp
kavrayabilmemiz için bir takım sıfatlarla nitelendiğini bize haber vermiştir. Bu
sıfatları daha iyi değerlendirebilmek için üç kısımda ele almamız gerekir.
I. Allahın
Zâtî Sıfatları
Bu sıfatlar yalnızca Allaha mahsus olan, başka varliklarda bulunmayan
sifatlardir.
Bunları şöyle siralayabiliriz:
1- Vücûd: Allahın var olması demektir. Onun varlığı kendindendir, var olması kendi
zâtının varlığı gereğidir. Diğer varlıklar gibi kendisini var edecek bir
başkasına ihtiyacı yoktur. Zaten başkasına muhtaç olan ilâh olamaz. Allahın
varlığı her şeyden öncedir. Halbuki etrafımızda gördüğümüz bütün varlıklar
sonradan meydana gelmiştir.
Sonradan var olanlar, adından anlaşılacağı üzere bir başkası tarafından var
edilmişlerdir; yani bunlar var olabilmeleri için Allahın
kendilerini var etmesine muhtaçtırlar. Yüce Allah kendisinden olan bu varlığını
devam ettirmek için de hiç bir yere ihtiyaç duymaz. Onun yok olduğu hiçbir an
düşünülemez.
2- Kıdem: Allahın varlığının ezelî olması, başlangıcının evvelinin, öncesinin olmaması
demektir. Hiçbir şey yok iken, bu evren yaratılmadan önce de O vardı. Allahın
varlığı şu anda, önceki tarihlerde başlamıştır demek asla doğru olmaz. Böyle bir
tarih vermek ancak sonradan olan varlıklar için söz konusudur; çünkü onlar önce
yok iken sonradan varolmuşlardır.
"O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur;
varlığı apaçıktır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir."
(Hadid Sûresi: 3. âyet.)
3- Bekâ: Allahın sonsuza deşin ebedî olarak varolması demektir. Allah ezelden beri
varolduğu gibi sonraya doğru da, ebediyen varolacaktır. Onun için yokluk, yok
olduğu an düşünülemez. Bu ancak sonradan bir başkası tarafından var edilenler
için söylenebilir; çünkü onlar önce yok iken, sonradan varolmuşlardır.
" Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir, gelip geçici, yok olucudur. Ancak Yüce ve
Cömert olan Rabbımızın
varlığı bâkîdir, ebedidir, son bulmaz." (Rahmân Sûresi: 26-27. âyetler.)
4- Vahdaniyet: Allahın
bir ve tek olması demektir. O zâtında, sıfatlarında ve işlerinde bir olup eşi,
benzeri ve ortağı olmayandır. İslâmiyet Allahın
tek oluşu inancı üzerine kurulmuş bir dindir ve bu özelliği ile diğer ilâhî
dinlerle aynıdır.
" Ey Muhammet deki: Allah bir tektir, O hiçbir yere muhtaç değildir. Doğurmamış
ve doğmamıştır. Hiçbir şey Ona denk değildir." (İhlâs )
5- Kıyam Bi-nefsihi: Varlığının kendisinden olması demektir. O varlığı
için bir iken Allah kendi zâtının gereği olarak vardı. Varolması varlığını devam
ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah
dilerse onları var eder, varlıklarını devam ettirir, dilerse yok eder.
"Allah, Ondan başka tanrı olmayan diri ve her an yaratıklarını gözetip duran,
hiçbir şeye muhtaç olmayandır." (Al-i Imran Sûresi: 2. âyet.)
6- Muhâlifetün lil-Havâdis: Sonradan olanlarla benzememek demektir.
Allah sonradan varolan varlıkların hiçbirine benzemez. Biz Onu nasıl düşünürsek
düşünelim, O bu düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden geçen şeylerin
hepsinden başkadır ve hiçbirisine benzemez. "Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O
işitendir, görendir." (Şûra Sûresi: 11. âyet.)
II. Allahın
Sübûtî Sıfatları
Bu göreceğimiz sıfatların benzerleri
sınırlı ve vasıtalı olarak insanlara verilmiş olsa da, Allahın
kendisine has olan bu sıfatları sınırsızdır ve herhangi bir vasıtaya muhtaç
değildir.
1- Hayat: Allahın diri ve canlı olması demektir. Allah ezelî ve ebedî olan hayat ile
diri ve canlıdır. Onun için ölüm, uyku, dalgınlık, gaflet gibi şeyler asla
düşünülemez; çünkü bu ve benzeri şeyler eksikliktir, güçsüzlüktür. O daima hayat
sahibidir. " Ölümsüz, diri olan Allaha güven, Onu özenerek tesbih et." (Furkan
Sûresi: 58. âyet.)
2- İlim: Allahın her şeyi bilmesi demektir. Evrendeki hiçbir şey Onun bilgisinin
dışında değildir. Allahın
ilmi her şeyi kuşatmıştır. Onun ilmi ezelîdir, sınırsızdır, hiçbir şey Onun
ilminin dışında meydana gelmez. İnsanların ilmi ise, sonradan kazanılan, belli
ve sınırlı bir ilimdir.
"Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi olan Allaha göre, aranızdan
sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek ( gecenin karanlığına )
gizlenip gündüz ortaya çıkan arasında fark yoktur." (Râd Sûresi: 9-10. âyetler.)
" İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları
da yerde olanları da bilir. Allahın
her şeye gücü yeter." (Al-i Imran Sûresi: 23. âyet.)
3- İrade: Allahın dilemesi, istemesi demektir. Allah, dilediği gibi hükmeder, istediğini
yapar ve bunları yerine getirmek için hiçbir şeye muhtaç değildir. Hür serbest
olarak dilediğini yapar, dilediğini yapmaz. Evrendeki her şey Onun bu sıfatı ile
yaratılmakta ve meydana gelmektedir."Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman
sözümüz sadece OL demektir ve o hemen oluverir." (Nahl Sûresi: 40. âyet.)
4- Kudret: Allahın
gücü olması, istediği her şeyi yapabilmesi demektir. Allahın
evrende dilediği gibi hükmetmesi, tercihini kullanmaya gücünün, kudretinin
yetmesi demektir. Allahın
sonsuz, bitmek, tükenmek bilmeyen kudreti ve gücü vardır. Onun ezelî olan güç ve
kudretinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Dilerse bu evren gibi daha bir çok
evrenler yaratmağa gücü yettiği gibi, yaratıkları bir anda yok etmeğe de gücü
yeter. Yıldızlara, aya, güneşe bakarak bu gücün büyüklüğünü, sınırsızlığını,
ebediliğini daha iyi kavrarız."Şüphe yok ki Allah her şeyi yapmağa, her şeye güç
yetirmeğe kâdirdir." (Bakara Sûresi: 20. âyet.)
5- Semi: Allahın her şeyi işitip duyması demektir. Onun işitmesine hiçbir şekilde sınır
ve kısıtlama yoktur. İnsanlar belli şiddetteki sesleri işitebilirler. İşitmek
için bir takım araçlara ve organlara sahip olmak gerekir. Arada hava olmasa,
insanlar birbirlerini duyamazlar. Allahın
işitmesi doğrudan doğruyadır. Bu türlü araçlara, organlara ihtiyacı
yoktur."Şüphe yok ki Allah işitendir, bilendir." (Bakara Sûresi: 181. âyet.)
"Bilin ki, Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi: 244. âyet.)
6-Basar: Yüce Allahın
her şeyi görüp gözetmesi olmak demektir. Onun görmesinden hiçbir şey uzak ve
gizli değildir, göremeyeceği hiçbir şey ve yer yoktur. Onun görmesine uzaklık,
yakınlık veya aşırı aydınlık gibi yaratıklarla ilgili şeylerin hiçbir şekilde
etkisi olmaz. Her yerde olup biten her şeyi görür, bilir ve anında haberi
olur."Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür." (Enfal Sûresi: 244. âyet.)
7-Kelâm: Yüce Allahın
konuşması ve söylemesi olmak demektir. Allahın
konuşması, sese ve harflere ihtiyaç duymadan olur. Bu ezelî ve ebedî olan sıfatı
ile peygamberlerine söylemiş emirler vermiş yasaklarını bildirmiştir. İşte
böylece ilâhî kitaplar meydana gelmiştir. Yüce Allahın
konuşamaması, dilsiz olması asla düşünülemez."Allah Musaya da hitap ile
konuştu." (Nisa Sûresi: 169. âyet.)
8-Tekvin: Yüce Allahın
yoktan var edip yaratması demektir. şu evrende var olan ve varlığını devam
ettirmekte olan her şeyi O, ezelî ve ebedî olan tekvin sıfatının gereği olarak
yaratmıştır. Allahın
yaratmak, yaşatmak, rızkları vermek, bol bol nimetler ihsan etmek,
ödüllendirmek, cezalandırmak, affetmek, öldürmek, diriltmek gibi bütün işleri bu
sıfatının gereğidir."Allah önce mahlûkatı yaratır, ölümden sonra onu tekrar
diriltir. Sonunda Ona döneceksiniz." (Rûm Sûresi: 11. âyet.)
III. Allahın
Fiilî Sıfatları
Yüce Allahın
fiilî sıfatları pek çoktur; bunların hepsini saymak mümkün değildir. Ancak
bunlara birkaç örnek vermekle yetinelim.
1-Halk: Yaratmak demektir. Bütün varlıkları yaratan Hz. Allahtır. Hiçbir
mahlukun herhangi bir şeyi yaratmağa gücü yoktur.
2-İnşa: Yoktan var etmek demektir. Evrendeki tüm varlıkları yoktan var
eden Yüce Allahtır. Yaratıklarınsa yoktan var etme gücü yoktur.
3-İbda': Yüce Allah'ın, aslı ve benzeri olmaksızın icat etmesi demektir.
4-İhya: Yüce Allahın
diriltmesi demektir. Bir yaratığa can verip onu yaşama ulaştırmak, diriltmek
ancak Allaha mahsustur.
5-İmate: Yüce Allahın
öldürmesi, hayata son vermesi demektir. Bir yaratığa can veren Hz. Allah
dilediği zamanda onun yaşamına da son verir.
6-Terzîk: Yüce Allahın
rızk vermesi demektir. Allah (c.c.) Rab ol-masının gereği sayısız çeşit ve
ihtiyaçta olan mahlukatın rızkını da yaratır. O, yaşamlarını devam
ettirebilmeleri için muhtaç oldukları besinleri yoktan var edip onlara sunar.
A) MELEKLERİN TARİFİ
Melekler, gözle görülmeyen, yemeyen,
içmeyen, çeşitli şekillere girebilen, günah işlemeyen, Allahın
nurdan yaratıklarıdır. Kuran-ı Kerîmde meleklerden çok bahsedilir. Biz bu
âyet-i kerîmelerden birkaçını zikretmekle yetinelim:"... Onlar Allahın
şerefli kullarıdır. Allahın
sözünden önce söz söylemezler ve Onun emrine göre hareket ederler." (Enbiya
Suresi: 26 - 27. ayetler)"O melekler ki Allah Teâlâya, kendilerine emrettikleri
şeylerde asla âsî olmazlar, emir olundukları şeyleri yaparlar." ( Tahrim Suresi:
6. âyet ).
B) MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ
- Devamlı olarak Allaha ibadet ve
itaatle meşgul olurlar,
- Iyilik yaparlar, kötülük yapma kabiliyetleri yoktur,
- Allaha asla isyan etmezler, karşi gelmezler,
- Erkek ve dişileri yoktur,
- Yemezler ve içmezler,
- Uyumazlar, bizim gibi istirahata muhtaç degildirler,
- Gözle görülmezler,
- Evlenmek ihtiyaci onlarda yoktur.
- Nurdan yaratilmişlardir.
- Yorulmak, usanmak nedir bilmezler.
- Gençlik, yaşlilik gibi durumlara onlarda rastlanmaz.
- Bir anda en uzak mesafelere gidebilirler,
- Kanatlari vardir; fakat bu özelliklerini, bizim bildigimiz kanatlarla
karşilaştirmamiz dogru olmaz.
- Yerlerde, göklerde, her yerde vardirlar ve her birinin kendisi ne ait
vazifeleri vardir. Bu vazifeleri hakkiyla yaparlar.
Biz melekleri göremeyiz; çünkü her şeyin varligi kendine göredir. Bizim
göremedigimiz daha nice varliklar var! Ruhumuzu, aklimizi görebiliyor muyuz? Ama
ruhumuz vardir, ayni zamanda akilliyiz. Aklimizi göremiyoruz diye kendimizi
akilsiz sanabilir miyiz? Işte melekler de ruh gibi, akil gibi nûrânî bir
varlıktır. Sağlam bir akıl bize nasıl doğru yolu gösterirse melekler de bizi hep
iyiliğe yönelten kuvvetlerdir.
Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar haber vermişlerdir.
İlâhî kitaplar peygamberlere melekler vasıtası ile gelmişlerdir. Bunun için,
melekleri inkâr etmek aynı zamanda peygamberlerin peygamberliklerini ve ilâhî
kitapları da inkâr demektir. Bu ise küfürdür. Böyle bir duruma düşmekten
şiddetle kaçınmak lâzımdır.
C) MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ
Meleklerin, yapmış oldukları iş ve emr olundukları vazifelere göre çok
çeşitleri vardır. Fakat bunların en başında dört büyük melek vardır.
1.Cebrâil Aleyhisselâm: Cenab-ı Hak ile peygamberleri arasında elçilik
vazifesi ile emr olunmuştur. Bütün peygamberlere Cenab-ı Hak vahyini bu melek
ile bildirmiştir. Bütün meleklerin başı olarak Cebrâil ( a.s )dan
Kuranda"Rûhul-Kudüs,Rûhul-Emîn"gibişerefli isimlerle bahsedilir.
2.Mikâil Aleyhisselâm: Yaratiklarin (mahlûkatın) rızklarına kâinatta
meydana gelecek olaylara, tabiat olaylarını yönetmeğe;hastalık, şifa, rahmet,
bereket ve benzeri şeylerin kullara ulaştırılması gibi vazifelerle emr
olunmuştur.
3.İsrafil Aleyhisselâm: Kıyametin kopması için bir de tekrar diriliş için
olmak üzere iki kere sûr üfürmekle vazifelidir. Kuranda şöyle bahsedilir:"Sûr
üfürülünce, Allahın
dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi öleceklerdir. Sonra sûr bir
kere daha üfürülür. Onlar hemen ayağa kalkarak bekleşirler. " ( Zûmer Sûresi:
68. âyet ).
4.Azrail Aleyhisselâm: Eceli gelenlerin, Allahın
izni ile ruhlarını almakla vazifelidir. Dilimizde buna " can almak " denir.
Nitekim Kuranda da şöyle buyrulur:"...Size memur olan ölüm meleği caninizi
alacak, ondan sonra da Rabbinize döndürülüp götürüleceksiniz."( Secde Sûresi:
11. âyet ).Bunlardan başka yapmiş olduklari vazifelere göre şu melekleri
sayabiliriz:
Suâl melekleri: Bunlar Münker ile Nekir adli meleklerdir. Ölü, mezara konup
üzerine toprak atildiktan sonra bu melekler gelip "Rabbin kimdir Dinin nedir
Kitabın nedir Peygamberin kimdir" sorularını sormakla vazifelidirler.
Hafaza Melekleri: Bunlar insanları muhafaza eden meleklerdir.
Kirâmen Kâtibîn: Bunlar insanların iyi ve kötü amellerini yazmağa memur
meleklerdir. Öyle ki, bunlar insanların hayatının tamamını, gecesini gündüzünü
filme alırcasına kaydederler.
"Halbuki sizin üzerinizde bekçiler vardır. Bunlar şerefli kâtiplerdir. Sizin bu
işlediklerinizi bilirler." ( Infitar Sûresi: âyet 10 - 12 ).
Bunlardan başka "Hamele-i arş melekleri, cennet ve cehennemde görevli olan
melekler" gibi daha pek çok çeşitli vazifeler gören melekler vardır. Bir de bazı
melekler vardır ki, "Karûbiyyun veya Mukarrabûn" adını alırlar. Bunların
vazifesi Allaha ibadettir. Yaratıldıkları gün ibadete başlamışlar, Allahın
dilediği güne kadar da ibadete devam edeceklerdir.
D) MELEKLERE İMANIN, FERT VE TOPLUM HAYATINDAKİ
ETKİLERİ
Müslümanlıkta itikat esaslarından her biri, bir amel ve hareketin
temelidir. Bu nedenle iman esaslarının yaşanması gerekir. Melek inancı, tabiî
olarak günlük hayatta insanı daima iyi işler yapmağa, doğru kararlar vermeğe ve
dürüst olmağa yöneltir. Bir kere yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin "Kiramen
Kâtibîn" melekleri tarafından tespit olunduğunu, kaydedildiğini, bilinçli olarak
kavrayan insan, her halde amel defterine kötülük yazılmasını istemez.
Attığı her adımın ilâhî bir gözetim altında olduğuna inanan insanların kıyamet
gününde Rabbına
karşı kara yüzlü çıkmak istemez. İşte melek inancının temelinde insanı iyiliğe
sürükleyen böyle itici bir kuvvet vardır. Meleklere inanan insan bilir ki,
kendisini iyiliğe çağıran, meleğin sesidir. Kötülüğe çağıran ise, şeytanın
sesidir.
Cenab-ı Hak kullarına karşı o kadar merhametlidir ki, insana düşman olan şeytana
mukabil insana yardımcı ve şeytanın hilelerine karşı onu koruyucu olarak sayısız
melekler yaratmıştır. Bu melekler insanlara günlük hayatta daima "Salih ameller
= iyi ve faydalı işler" yapmalarını ilham ederler. Nitekim Peygamber Efendimizin
şu mübarek sözleri daima hatırlarımızdan çıkmasın:
"O fiskosları yapan, aklını çelmeğe çalışan şeytandır. Ve gizli ses de onun bu
sesidir. Bundan Allaha sığınmak gereklidir.Eğer içinden gelen ses, hak ve hayra
çağırıyorsa bilsin ki o ses, melek tarafındandır, Allahtandır. Bundan ötürü
Allaha hamdetsin ve o yolu tutsun!"
Buna göre ahlâkî olgunluklar, rûhî yükselmeler ve iyilik sahibi olmalar,
meleklere şuurlu olarak îman etmekle olur. Bunlara iman edilmedikçe ve bu imanin
şefkatli sesini kalbimizde hissetmedikçe ahlâk güzelligine kavuşamayiz, rûhî
yüksekliği elde edemeyiz.
E) CİNLERIN MAHİYETİ
Rabbımızın
yaratmış olduğu gözle görülmeyen başka varlıklar daha vardır ki; bunların
başında cinler gelir. Cin Allah Teâlânın tekliflerine muhatap olan ve insanların
gözle göremedikleri varlılıklardır. Bunların Allaha iman edenleri bulunduğu
gibi inkâr edenleri de vardır. Allaha ilk isyan eden "İblis = şeytan"ın da
cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.
Cinler hava ile karışık alevli bir ateşten yaratılmışlardır. Cinler, çeşitli
sûretlere girmeye ve zor işleri yapmağa güçleri olan varlıklardır. Kısa zamanda
bir yerden başka bir yere gidebilme özellikleri vardır.
Peygamberimiz (SAV) hem insanlara hem cinlere peygamber olarak gönderilmiştir.
Kuranı
cinlere de okuyarak Allahın
emirlerini onlara öğretmiştir.
KİTAPLARA İMAN
A) KUTSAL KİTAPLAR
İslâmiyetin iman esaslarından biri de
kitaplara imandır. Kitaplara iman etmek her müslümana farzdır.
Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden
bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar
indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü,
doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır.
Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu
ilâhî mesajların toplamına "İlâhî Kitaplar." veya "Semavî Kitaplar " denir.
İlâhî kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini
muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş
kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına,
gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl
davranacaklarını ilâhî kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken
meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten
sonraki hayat, âhiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları,
kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri v.b. pek çok konularda insanlar mukaddes
kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak ilâhî kitapları
göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında
rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.
Ne yazık ki, Hz. Adem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen ilâhî
kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç
değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kuran-ı Kerîmdir.
Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine
inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.
B) KİTAPLARIN ÇEŞİTLERİ
a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf(sayfalar) denir.
10 sayfa Adem Aleyhisselâma
50 sayfa Şit Aleyhisselâma
30 sayfa İdris Aleyhisselâma
10 sayfa İbrahim Aleyhisselâma gelmiştir
b. Dört büyük kitap:
Tevrat: Musa Aleyhisselâma
Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma
İncil: İsa Aleyhisselâma
Kuran: Muhammed Aleyhisselâma gönderilmiştir.
C) KURAN-I KERİM
Kuranı Kerim son peygamber Hz. Muhammet (s.a.v.)e Allah tarafından
Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonuncusudur. Kuran
adı bizzat âyetlerde geçer. " Onlar hâlâ Kuranı gereği gibi düşünmeyecekler
mi?" ( Nisâ: 82 ).
Kuran-ı Kerîm, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncilde
olduğu gibi Kuranda herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da
olmayacaktır. Çünkü Allah ( c.c.) Kuranın muhafaza olunacağını bizzat vaat
etmiştir. "Kuranı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz." (Hicr:9)
a. Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yer yüzüne indirilişi)
Kuran-ı Kerîm, âyet âyet, sûre sûre, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy
yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce
hâfız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe
uğramadan bize kadar gelmiştir.
Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır.
Milâdî 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın "Oku" emrini getirmesiyle
Kuranın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.
O lâfzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, ebedî bir
mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.
Kuran-ı Kerîm 114 suredir. Kuranın ayetleri hususunda ise âlimler farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarî olup, esasta bir fark yoktur. Bazı
âlimler sûre başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını
müstakil âyet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan âyetleri iki
ayrı âyet saydıklarından âyet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu
Kuranın
kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.
Ebu Amr ed-Dâniye göre âyetlerin sayısı 6000dir.
İsmail b. Cafere göre âyetlerin sayısı 6214tür.
Ehl-i Mekkeye göre âyetlerin sayısı 6219dur.
Ehl-i Kûfeye göre âyetlerin sayısı 6236dır
Basralılara göre âyetlerin sayısı 6204tür
Şamlilara göre âyetlerin sayisi 6226dır
Zemahşerî'ye göre âyetlerin sayısı 6666dır
Kuranın kelimeleri: 77439, harfleri: 332015tir.
b. Toplanışı:
Peygamberimize Kuran âyetleri ve sûreleri geldikçe Efendimiz (s.a.v) bunları
yanında olan ashabına okurdu. Ashap hem duyduğu Kuran âyetlerini ezberler hem
de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan âyetleri yazmakla vazifeli
Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kuran-ı Kerîm,
Peygamberimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış
ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti. Ancak ayrı ayrı olan
sayfalar toplanmış değildi.
Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme
savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekire müracaat
ederek bizzat Peygamberin sağlığında onun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp
gitmeden Kuranın
kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir bir süre
düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabitin
başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece âyet ve
sûreler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiği tertip üzere bir araya
getirildi.
Kuran-ı Kerîm böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebû Bekirde kalmış olup
sonra ikinci halife Hz. Ömere geçmiş, daha sonra Hz. Ömerin kızı ve
Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsaya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha
kutsal bir emanet olarak Hz. Osmana intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere
adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından
çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan
nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kuran bir
yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan
söylemelerine imkân olmayan çok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir
harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.
Kurana sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın
borcudur. Kuran yolu, saadet ve hak yoludur.
c. Özellikleri:
Allah Teâlâ Kuran-ı Kerîme bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir
kitapta bulunmaz:
Tarihî belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap,
Kurandır.
Lâfız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda
Cebrail (a.s) ve Muhammet (s.a.v) sadece vasıta olmuştur. Kuran, Allah
Teâlânın ezelî kelâmıdır.
Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz
binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir.
Kuran kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.
Kuran hem lâfız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir
eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır.
Kuranın
bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç
sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan
putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlâksız
adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuranın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük
tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılâptır.
Kuranda çok kısa âyetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.
Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile
sürekli olarak okunur.
Kuran, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanin ihtilaçlarini
karşilamak üzere degil bütün zamanlarin ihtiyacini karşilamak üzere ve bütün
insanliga gönderilmiştir.
Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanir ve Hak Teâlânin insanlara
son kitabi olan Kuran-ı Kerîme sarılır, onun hükümlerine riayet etmeğe çalışır.
Kuranın
üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin
Kuran-ı: "... Allahın
metin bir ipi, açık bir nûru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakîmdir..
Alimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider,
onunla hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur." hadisi
ile ne güzel tanıtmıştır! İslâm âlimleri Kuranın
üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.
PEYGAMBERLERE İMAN
A) PEYGAMBER (RESÜL-NEBİ) KAVRAMI
"Peygamber" kelimesi Farsça bir kelime
olup, haber getiren anlamındadır. Dilimizdeki anlam, Yüce Allahın,
emir, yasak ve hükümlerini kullarına bildirip açıklamak üzere, insanlar
arasından seçip görevlendirdiği elçi demektir.
Kuran-ı Kerîmde peygamber kelimesinin yerine Resûl ve Nebî kelimeleri
geçmektedir ki, elçi ve haber getiren anlamındadır. Dînî anlamları bakımından
Resûl ile Nebî arasında fark vardır.
Resûl, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiş peygamber demektir.
Nebî, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmemiş, fakat önceki
peygamberlerin şeriatını tebliğ ile mükellef peygamber demektir. Nebîler de
Cebrail aracılığı ile Allahtan vahiy almışlardır.
İman esaslarından biri de peygamberlere inanmaktır. Peygamberler, Allahın
seçtiği, eğittiği ve yetiştirdiği insanlardır. İnsan kendi çabaları ile, eğitim
ve öğretimi ile peygamberliği elde edemez. Allah, peygamberliği dilediğine verir.
Onlar, Allah ile kullar arasında elçilerdir. Yüce Allahın,
kullarına hak yolu göstermek için gönderdiği ilk peygamber Hz. Adem (a.s),
sonuncusu Hz. Muhammet (s.a.v) ve bu ikisi arasında gelip geçen peygamberlerin
hepsinin hak olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine inanmak farzdır.
B) İNSANLARIN PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACI
İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allahın
varlığını ve birliğini anlayıp kavrayabilirler. Fakat ona nasıl kulluk ve ibadet
edileceğini, âhiretle ilgili işleri, oradaki ödül ve cezanın nasıl olacağını
dosdoğru bilmezler. İşte insanların bu ihtilaçlarını karşılamak için Yüce Allah
peygamberler göndermiştir. Onlara her şeyi bildirmiş ve onları insanlara doğru
yolu göstermeleri için görevlendirmiştir.
Allah kendisinin varlığını, bir tek oluşunu, ortağının bulunmadığını Ona bu
dünyada gözlerin ulaşamayacağını unutan, Allahı
taşlardan, heykellerden, putlardan ibaret sanan o insanları uyarmak için
peygamberler göndermiştir. Peygamberler de bu gerçekleri o insanlara açıkça
haber vermişlerdir. Fakat insanların alıştıkları bu şeylerden ve düşüncelerden
uzaklaşmaları, peygamberlere inanarak onların Allahtan getirdiği haberlere
uymaları kolay olmamıştır. Bununla beraber çoğunluk peygamberlere inanmış ve
onların gösterdiği doğru yolda yürümüştür. Doğru yolu göstermek için gönderilmiş
olan peygamberler, ahlâkı güzelleştirmek ve olgunlaştırmak için de güzel bir
örnek olmuşlardır.
Peygamberlerin, biri Allaha karşi, digeri de insanlara karşi olmak üzere iki
durumlari vardir. Peygamberlerin Allahla durumları Onun elçisi olmak ve
vereceği emaneti yerine tam olarak ulaştırmaktır Peygamberler bu açıdan Allaha
karşi sorumludurlar.
Peygamberlerin insanlara karşi olan durumlari da, Allahın
emirlerini ve yasaklarını bildiren bir elçi oluşlarıdır. Onlar yalnız
bildirmekle, açıklamakla ve örnek olmakla görevli birer elçidirler. Bu
görevlerini tamamıyla yaptıkları zaman, insanlara karşı sorumluluklarını yerine
getirmiş olurlar. Onlar Allah tarafından kendilerine bildirilen inanç esaslarını,
ibadet şekillerini, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, doğru ve yanlış, iyi ve
kötü şeyleri ayrı ayrı anlatıp açıklamışlar ve Allahtan aldıkları hiçbir şeyi
gizli tutmamışlardır.
İnsanlar dünyada çalışmakla her şeye ulaşabilirler ve en yüksek mertebelere
çıkabilirler, fakat peygamber olamazlar. Çünkü peygamberlik insanın kendi
çalışma ve gayretine dayanan bir hüner değildir. Onu Yüce Allah dilediğine verir.
Çalışıp çabalamakla peygamber olunmaz. Bu husus Kuranda " Allah peygamberliği
kime vereceğini daha iyi bilir." ( Enam : 124 ) âyeti ile açıklanmıştır.
C) VAHİY NEDİR?
Vahyin lügat manası: Vahiy, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme ve
kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir.
Vahyin ıstılahı manası: Yüce Allahın
peygamberine dinî bir hükmü bildirmesi, onun kalbine nakşetmesidir.
Vahyin geliş şekilleri: Vahiy Hz. Muhammet (s.a.v)e çeşitli tarz ve şekillerde
gelmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır:
Vahyin en eski, yani ilk şekli Hz. Peygamber (s.a.v)in uyku halinde iken gördüğü
sadık (gerçek) rüyalardır.
Hz. Peygamber sonradan bir hakikat olarak zuhur edecek olan hadiseleri bu
rubaları ile daha önceden görmüş oluyordu.
Cebrail (a.s) görülmediği halde Hz. Peygambere çok net bir ses halinde gelen
vahiydir. Bu çok net sesi Peygamberimiz çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen
vahyin en aşır şekli bu idi. Net ses bittiği zaman Hz. Peygamber Allah
tarafından ve Cibrîl vasıtası ile bu şekilde vahy olunan sözleri aklında tutmuş
oluyordu.
Cebrail (a.s) tarafından Hz. Peygamberin kalbine nefes (üflemek) suretiyle
yapılan vahiydir.
Cebraillin insan sûretinde gelip, Peygamberimize vahiy getirmesidir. Hz.
Peygambere en kolay gelen vahiy budur. Ekseriya "Dıhye" adındaki sahabî sûretine
girerek gelirdi.
Cebrailin Hz. Peygambere uyku halinde iken vahiy getirmesidir.
Hz. Peygamberin uyanık bulunduğu sırada Cenab-ı Hak ile konuşma şeklinde vuku
bulan vahidir.
Vahiy meleğinin kendi aslî sûreti üzere görünerek tebliğde bulunmasıdır. Bu
sûretle vahiy, Hz. Peygambere yalnız iki defa vaki olmuştur.
D) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI
Peygamberler bütün insanlar için takdir edilmiş olan her türlü iyi ve
yüksek vasıflara sahiptirler. Nebîlik ve Resûllük şanına layık olmayan her türlü
hallerden ve noksanlıklardan uzak bulunmuşlardır. Bu bakımdan peygamberler şu
kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır:
1-İsmet: Peygamberlerin her türlü gizli, açık günahlardan ve bu günahlara
delâlet edecek hareketlerden uzak olmalıdır. İsmetin zıddı olan masiyet
(günahkâr olmak) peygamberler için düşünülemez. Çünkü onlar ilâhî bir egitimden
geçmişlerdir. Eger onlar günah işleyip de günahsiz oluşlarina aykiri harekette
bulunmuş olsaydilar, bizim de o yolda hareket etmemiz lâzim gelirdi. Çünkü biz
onlara ve onlarin girdikleri ilâhî emirlere uymakla memuruz. Halbuki Yüce Allah
kullarina günah işlemeyi, günahkâr olmayi emretmez. Bu bakimdan peygamberlerden
asla günah olan söz ve davranişlar çikmamiştir.
2-Emanet: Peygamberler her bakimdan emin olup, kutsi, ilâhî vazifeleri
hususunda ve diger işlerinde en dogru yolda bulunmalidir. Emanetin ziddi olan
"hiyanet"ten uzaktirlar. Çünkü hâin olan bir kimse ilâhî sirlarin tecellî ettigi
Nebîlik vazifesiyle şereflenemez.
3-Sidk: Peygamberler her hususta yani gerek dinî hükümleri teblig ve
gerek diger emirleri haber verme hususunda dogru sözlü olmalidir. Peygamberlerin
yalan söylemeleri men edilmiştir.Çünkü yalan en büyük günah oldugundan "ismet"
ve "emanet" sifatlariyla bir arada bulunmaz. Eger, peygamberler yalanci
olsalardi, Yüce Allah yalancilari tasdik etmiş olurdu. Halbuki yalanciyi tasdik
-bir çeşit yalancilik oldugundan- Allahın
ilâhî şanında tasavvur edilemez.
4-Fetânet: Peygamberlerin fâtın, uyanık görüş ve zekâ kuvvetlerine sahip
olmalarıdır. Onlar insanların en akıllısı, en zekîsidirler. Kendilerinde mutedil
bir yaratılış, mutedil bir huy ve güzel bir hayat seyri tecelli etmiştir.
Onların haklarında gaflet düşünülemez. Eğer en üstün fetânet ve zekaya sahip
olmasaydılar ümmetlerine karşı delilleri ortaya koymaya kadir, onları ikna için
güzelce mücadeleye muktedir olamazlardı. böyle bir hal ise risalet ve
nübüvvetten kastedilmiş olan gayeye aykırıdır.
5-Şeriatı tebliğ: Peygamberlerin Allah tarafından bildirilen şeyleri
ümmetlerine tamamen tebliğ etmeleridir. Bunun zıddı olan "dînî emirleri
gizlemek" peygamberlerde yoktur. Çünkü tebliğine memur oldukları bir hakikati
gizleyip değiştirserlerdi vazifelerine hiyanet etmiş olurlardı. Halbuki
hiyanetle vasıflanmış olmaları ilâhî bir eğitimle men edilmiştir.
6-Adaletli olmak: Peygamberler her türlü işlerinde haktan ve adaletten
ayrılmazlar. Hiçbir kimseye haksızlık yapmamışlardır. Adaletli olmanın zıddı
olan "zalim olmak" peygamberler hakkında düşünülemez.
7-Erkek olmak: Kadınların yaratılış icabı peygamberlik gibi aşırı ve
mesuliyetli bir vazifeyi yapmaları mümkün olmadığından onlardan peygamber
gelmemiştir. Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin erkeklerden seçildiğini Yüce
Allah bize Kuran-ı Kerîmde açıklamıştır.
E) PEYGAMBERLERİN DERECELERİ
Bütün peygamberler peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında
fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan mücadeleleri, onların bazılarını
diğerlerine üstün kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan
Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara
/ 253)
Aralarında derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah'ın
beyan ettiği peygamberlerin içinde "Ulu'l - Azm", azim sahibi peygamberler
olduğunu yine Yüce Allah, kitabında şöyle açıklıyor:
"Ey Muhammet! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de
sabret..." (Ahkaf /35)
Ulu'l - Azm peygamberler, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve Muhammet
(a.s.)dır.
Kur'an-ı Kerimde şöyle ifade edilmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık;
sen (Muhammet (s.a.v.)den, Nuh'tan, İbrahimden, Musa'dan ve Meryem oğlu İsadan
da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzab /7)
Kısaca bu peygamberleri tanıtalım:
-Hz. Nuh (a.s): Hz. Nuh (a.s.) zamanında çoğalan insanlar Allah'ı
tanımaz oldular. Putlara tapmağa başladılar. Hz. Nuh onları bir Allaha ibadete
çağırdı. 950 sene yaşayan Nuh (a.s.) her türlü çağrı ve ikna metotlarını
kullanarak kavmini hakka çağırdı. Ancak bu çağrıya kulak verenler bir gemiye
sığabilecek kadar az bir topluluktu. Islahı kabil olmayan azgın ve sapık güruh
ise helâkı hak etmişti. İlâhi bir emirle gemi yapıldı, inananlar o gemiye
alındı. Bunlar arasında Ham, Sam, Yafes adında Hz. Nuh'un üç oğlu da vardı.
İnanmayan ve puta tapanlar ise meşhur "Tufan" ile sulara gark olarak helâk
oldular. Bu helâkten sadece Hz. Nuha inananlar kurtuldu. Kur'an'da Hz. Nuh'tan
şuara, Saffat ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.
-Hz. Ibrahim (a.s.): Hz. Ibrahim, Nuh (a.s.)dan sonra "Ulu'l -Azm"
peygamberlerin ikincisidir. Kâbe'nin banisi, Peygamber (s.a.v.)in büyük
dedesidir. Peygamberimizden 2500-2600 yil kadar önce Nemrut zamaninda putperest
Babillilere gönderildi. Kendisine on sayfalik bir kitap verildi. Nemrutla
mücadelede bulundu, putlarla savaşti, ateşe atildi. Halilullah (Allahın
sevgilisi) olan Hz. İbrahime bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur'an'da
Al-i Imran, Bakara, Saffat, Ibrahim ve şuara surelerinde Hz. Ibrahim degişik
yönleriyle anlatilmaktadir.
-Hz. Musa (a.s.): Peygamberimizden 1900-2000 yil kadar önce,
Israilogullarina peygamber olarak gönderildi. Fir'avn'la mücadelesi, Kur'an'da
genişçe anlatilir. Kendisine müstakil bir kitap olarak Tevrat gönderilmiştir.
Kur'an'da özellikle Bakara, şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz.
Musa (a.s.)dan söz edilir.
-Hz. Isa (a.s): Israilogullarindan olan Hz. Isa (a.s), Hz. Meryemin
oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir. Beşikteyken konuşmuş, 30
yaşındayken Israiloğullarına peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya urûc
etmiştir. Kendisine müstakil bir kitap olarak İncil gönderilmiştir.
Peygamberimizden 600 yıl kadar önce yaşamıştır.
-Hz. Muhammet (s.a.v.): Bütün peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz
(s.a.v.), yaşadığı asırdan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere
peygamber olarak gönderildi. Milâdi 571'de doğdu, 610'da peygamber oldu, 632'de
vefat etti. Böylece 23 sene peygamberliği süresince ilâhi emaneti büyük bir
titizlikle ümmetine tebliğ etti. İlâhi kitap Kur'an-ı Kerim kendisine bir defada
değil olaylar ve hadiseler gerektirdikçe gönderildi.
F) MUCİZELER VE DİĞER HARİKALAR
a.Mucize: Âciz bırakan, yapılması, meydana getirilmesi insan
gücünün üstünde olan şey demektir.
Terim olarak mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasını te'yid
ve tasdik için Allah'ın onun elinde gösterdiği alışılmış tabiat kanunları ve
normal olaylar üstü, harikulâde bir hadisedir.
Mucizenin asıl sahibi Allah tır. Elçisinin doğruluşunu ispat için mucizeyi
tasdik aracı olarak onun elinde gösterir.
b.Harika: Alışılmış olmayan, yaran, kesen anlamlarına gelir. Harika
olayda, normali kesen olağanüstülük söz konusudur. Alışılmış olmamak harikanın
niteliğidir. "Hariku'l - âde" deyiminde, her zaman vuku bulmayan, bilinenin
dışındalık mutlaka vardır.
Bununla birlikte, mucize ile harika arasında bükük farklar vardır. Bunları şu
şekilde özetleyebiliriz:
c. Mucizenin şartları:
1-Mucize ancak peygamber olan zattan sadır olur. Mucizede peygamberin meydan
okuması vardır.Yalan yere peygamberlik iddia edenlerin mucize göstermeleri
imkânsızdır. Bu da onun yalancı peygamber olduğunu ortaya koyar. Mucizeler
Allahın
elçilerini tasdiki olduğundan, Allah ancak gerçek peygamberleri tasdik eder,
yalancıları tasdik etmez.
2-Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zatın davasına uygun ve amacına
münasip tarzda zuhur eder. Herhangi bir şekilde taklit edilemez, aynısı şu veya
bu şekilde yapılamaz.
3-Mucize istek üzerine vuku bulur ve "Bu mucizenin bir benzerini getiriniz."
denir. Ama hiç kimse buna güç yetiremez. Kur'an mucizesi bunu en güzel
örneğidir.
4-Mucize gösteren nebi, en yüksek ahlâk ve fazilet esaslarınla mevsuftur. Kendi
şahsi çıkarı mucizede asla görülmez. Mucizeyi davası uğruna kullanır. Her yönden
ahlâk ve fazilet örneği olan nebinin, bizzat hayatı ve davranışları mucizedir.
Bunun en güzel örneği Hz. Muhammet (s.a.v)in hayatı ve davranışları olan
sünnettir.
d. Harikanın çeşitleri:
Mucizeden başka olan harika olaylar, çeşitli şekillerde ve şahıslarda ortaya
çıkar. Bunların başlıcaları şunlardır:
1-Irhasat: Peygamberlik öncesi peygamber olacaklarda görülen harika
olaylardır. Peygamberliğe hazırlık döneminde cereyan eden bu olaylar, peygamber
olacağının ön habercisidir. Peygamber (s.a.v.)e bazı ağaçların ve taşların selâm
vermesi, Hz. Isa (a.s)ın beşikte iken konuşması irhasata örnektir.
2-Keramet: Allah'ın veli kullarından sadır olan harikulâde hallerdir.
Veliler, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından titizlikle kaçınan, Peygamber
Efendimizin sünnetine tabi olan, ibadet ve taatta üstün züht ve takva sahibi
olan Allah dostu saf ve samimi müminlerdir. Keramet bu gibi veli kullardan sadır
olur. Evliyanın kerameti haktır. Keramet mucize gibi istenildiği anda değil,
kendiliğinden Allah tarafından verilir.
3-Meûnet: Bazı müminlerde ortaya çıkan harikalardır. Bunlarda bir iddia
söz konusu değildir. Bazı saf Müslümanların geçimlerinin kolay olması, belâ ve
sıkıntılara düşmemesi, ilâhi yardıma mazhar olması bu türdendir.
4-İstidrac: Küfür ve günahı açık olan kişilerde görülen ve onların
isteklerine uygun olarak ortaya çıkan harikalardır. Bunlar ancak Allah'ın fırsat
vermesiyle mümkün olur. Yoksa istidrac sahibinin elinde bir şey yoktur. İlâhi
hikmet gereği bu kişilere bu tür imkân verilir. Zalim ve günahkâr kişilerin
başarıları istidrac türünden harikalardır. şeytanın, kıyamete kadar kendisine
müsaade edilmesi; Firavunun 400 sene gibi uzun bir zaman yaşayıp baş ağrısı bile
görmemesi; Nemrut ve benzerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sürüp arzu
ve isteklerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kavuşmaları, hep bu
kimseler için birer istidraçtır.
5-İhanet: Küfrü ve günahı açık olan kişilerin elinde ve onların
isteklerine aykırı olarak cereyan eden harikalardır. Yalancı peygamber
Müsellemetü'l - Kezzap suyu azalmış bir kuyuya suyunu çoğaltmak maksadıyla
tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allah (c.c.) bu tip kimseleri,
davasında yalancı çıkartmak ve aşağılamak maksadıyla isteklerinin tersine
harikalar yaratmıştır. Buna aynı zamanda "Hızlan" da denir.
Sihir ve büyü ise bu harika olaylardan sayılmaz. Sihir ve büyü de
Allah'ın izni dahilinde meydana gelir. Belirli bir tekniği ve bilgiyi gerektiren
sihir ve büyü dinen haram kılınmış, en büyük günahlardan sayılmıştır.
G) PEYGAMBERLERİN BİLDİRDİKLERİ DİNLERDE BİR OLAN
ESASLAR
Peygamberlerin getirdikleri dinlere "Hak din" veya "Semavî din"
denir. Hak dinin bir takım mümeyyiz vasıfları vardır:
1-Hak din, bir peygamberin Allahtan vahiy suretiyle alıp insanlara
bildirdiği hükümler ve kanunlar şeklinde oluşur.
2-Hak din, kâinata mutlak olarak hakim olan bir Allaha îman ve Ona
kulluk etme esasına dayanır.
3-Hak din, uhrevî mesuliyeti (ahiret hayatını) kabulü ve buna imanı
emreder.
4-Hak din, nübüvvete (peygamberlik müessesine) iman esasına dayanır.
5-Hak din, mukaddes bir kitaba dayanır.
6-Hak din, meleklere imanı (manevî varlıkların var olduğunu kabul etmeyi)
emreder.
7-Hak dinde ibadet sadece Yüce Allaha tazîm ve Ona samimiyetle bağlanmak
kastiyle yapılır.
8-Hak dinde akla ve müspet ilme aykırı bir hüküm bulunmaz.
9-Hak din, sosyal hayatta eşitliği, kardeşlik ve adaleti kökleştirmek ve
her türlü imtiyazı ortadan kaldırmayı amaç edinir.
10-Hak dinde, dînin genel kanunları, bir cemiyetin kurulmasını ve bu
cemiyetin en mükemmel bir nizam üzere devam etmesini hedef olarak kabul eder.
H) KURANDA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER
Vahiy meleği vasıtasıyla Yüce Allah tarafından gönderilen ilâhî emirleri
ve yasakları insanlara bildirmekle vazifeli kimselere Kuran-ı Kerîmin dilinde
"Nebî, resûl, beşir ve nezîr" adlari verilir. Bunlar her bakimdan üstün ve
seçkin kimselerdir. Peygamberler günah işlemezler, yalan söylemezler, emanete
hiyanet etmezler, Allahtan aldıkları emirleri olduğu gibi insanlara
bildirirler. Çok zekî, uyanık ve mantıklı kimselerdir. Peygamberlerin bir kısmı
bir kavme, bir bölgeye, bazıları da bütün âleme ve insanlığa gönderilmiştir.
Bunların ne kadar oldukları bildirilmemiştir; sayılarını ancak Allah bilir.
Kuran-ı Kerîmde peygamberlerin sadece bir kısmından bahsedilir. Onlar da
şunlardır:
1. Hz. Adem (a.s)
2. Hz. Idris (a.s)
3. Hz. Nuh (a.s.)
4. Hz. Hûd (a.s)
5. Hz. Salih (a.s)
6. Hz. Ibrahim (a.s)
7. Hz. Ismail (a.s)
8. Hz. Lût (a.s)
9. Hz. Ishak (a.s)
10. Hz. Yakûb (a.s)
11. Hz. Yusuf (a.s)
12. Hz. Eyyûb (a.s)
13. Hz. şuayb (a.s)
14. Hz. Musa (a.s)
15. Hz. Harun (a.s)
16. Hz. Davut (a.s)
17. Hz. Süleyman (a.s)
18. Hz. Zülkifl (a.s)
19. Hz. İlyas (a.s)
20. Hz. El- Yesâ (a.s)
21. Hz. Yunus (a.s)
22. Hz. Zekeriya (a.s)
23. Hz. Yahya (a.s)
24. Hz. Isa (a.s)
25. Hz. Muhammet (s.a.v)
Bunlardan başka Kuran-ı Kerîmde isimleri geçen fakat peygamber olup olmadıkları
hakkında kesin bilgi olmayanlar vardır ki; bunlar da şunlardır:
- Üzeyir
- Lokman
- Zülkarneyn.
İslâm dininin inanç esaslarında Allahın
peygamberlerinden hiçbirisi diğerinden ayrılmaz. Hepsi peygamber olarak kabul
edilir, her peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği dînin hak din olduğu
benimsenir. Çünkü İslâm dininin îman esasına göre; gerçek din, semavî din tektir
ve Allah tarafından elçiler aracılığı ile gönderilir.
I ) HZ.
MUHAMMET (S.A.V.)IN SON PEYGAMBER OLUŞU
Yüce Allah Hz. Adem ile
başlayan peygamberler zincirini Hz. Muhammet (s.a.v) ile sona erdirmiştir. Artik
başka din, başka peygamber gelmeyecek; kiyamete kadar bütün dünyada Islâmiyet
geçerli olacaktir.
Allah (c.c) Peygamber (s.a.v)i bütün insanliga peygamber gönderdigini şu
ayetlerinde belirtiyor:"De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve
yerin sahibi Allahın
elçisiyim." (A raf:158.)"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik." (Sebe: 28.)Yüce Allahımız
Islâmiyetin son din olduğunu da şu âyetinde haber veriyor:"... Bugün size
dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak
İslâmı
beğendim." (Maide: 3.)Yine Rabbimiz kutsal kitabında Peygamberimiz (s.a.v)in
son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu âyetiyle ilân
ediyor:"Muhammet, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allahın
Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab: 40.)
AHİRETE İMAN
A) AHİRET NEDİR?
Ahiret kelimesinin sözlük
anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sonuna ahiret denir. Terim
olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen
devam eden bir hayatın adıdır.
İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik
göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup,
büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.
Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce
Allahtan başka ölümsüz, kalici varlik yoktur. şu halde her şey belirli süreler
içersinde varligini devam ettiriyor, sonra da yok oluyor. Bu varliklar arasinda
kendisine verilen akil, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan da
belirli bir süre yaşadiktan sonra ölmektedir. Işte insanin canli kaldigi,
varligini sürdürdügü bu zaman süresine ömür diyoruz. Insan ömrünün belli bir
zaman sonra Allahın
emriyle son bulmasına da ecel diyoruz. Dünyada her gün veya her an vakti gelen
insanların ömürleri tükeniyor; diğer taraftan da yeni doğanlarla yeni hayatlar
başlıyor. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu
son bulma anına "Kıyamet kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir
âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde
toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.
Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's)
günü gibi isimler de verilmiştir.
İnsana hayat ve canlılık veren ruh, insanın ölümü ile bedenden ayrılır ve ruhlar
âlemine gider.
Kıyametin kopma zamanı gelince İsrafil adlı melek Allahın
emriyle Sûra üfleyecek bütün bu âlemin düzeni bozulacak, her şey alt üst olup
taş üstünde taş kalmayacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır.
İsrafilin Sûra ikinci defa üflemesiyle bütün ölüler dirilecek ve yeni bir âlem
kurulacaktır. Burada insanlara dünyada yaptıkları bütün iyilik ve kötülükleri
açıkça gösterilecektir. Sevabı, yani iyilikleri çok olanlar Cennete
gideceklerdir. Günahı, yani kötülükleri çok olan Müslümanlar günahlarının
cezasını görmek üzere Cehenneme gireceklerdir. Bunları Yüce Allah dilerse
affeder, dilerse cezalarını çektikten sonra yine Cennete koyar. İnkâr edip iman
etmeyenler ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
İşte yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar sürüp gidecek olan hayata âhiret
hayatı ve bu hayatın geçtiği âleme de âhiret âlemi veya öteki dünya denir. Bu
konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sûra üflenince, Allahın
diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa hepsi düşüp ölmüş
olacaktır. Sonra Sûra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp,
bakakalacaklardır." (Zümer: 68.)
Birinci Sûrda Allahın
dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail, Mikâil, Israfil, Azraîl, veya hamele-i
arş(Arşı taşıyan melekler), ya da Rıdvan melekleri, hûriler, cennetin hazînedarı
olan Malikle cehennem bekçileri olan zebânîlerdir. Bu âyete göre " Sûr " iki
defa üflenecektir: Birincisi ölüm üfleyişi, ikincisi de bas (dirilme)
üfleyişidir.
B) AHİRET GÜNÜNE NİÇİN İNANIRIZ
Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindan beşincisidir. Ahirete inanmayan
kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:
"Ey Muhammet, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de
inanirlar; ahirete de onlar kesinlikle inanirlar" (Bakara / 4) buyrulmaktadir.
Bir başka ayette:"Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve
ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga
sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.
Önemine binaen Kur'an-i Kerimde birçok ayette Allah'a imandan hemen sonra,
Ahirete iman zikredilmiştir.
"Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda
büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar."
(Bakara / 62),"Insanlardan bazilari, biz Allah'a ve ahiret gününe inandik
derler. Halbuki onlar inanicilar degildirler." (Bakara / 8) ayetlerinde oldugu
gibi.
Çünkü ahirete inanan kimse, onun peygamberine, dolayisiyla meleklerine ve
kitaplarina kolayca inanir. Allahın
yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi
onun takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır. Ama tecrübe ve
müşahede alanı dışında kalan ve sadece nakille, Allah ve Rasülünün haber
vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve
hak olduğuna inanmak, daha büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına
inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.
Ahirete inanan kişi öldükten sonra tekrar dirileceğine, dünyadaki işlerinin
karşılığı olan cennet ve cehenneme ve oradaki hayatın sonsuz olduğuna da inanır.
Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu,
herkese hakkının burada verileceğini düşünür ve kavrar. Ahiret hayatındaki
sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını da bilir.
Bu dünya bir bakıma ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu
biçeceğimize şüphe yoktur.
Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanların birçoğu hayatı yalnız bu
dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para onlar için
her şeydir. Bu uğurda haksızlık bile yapabilirler. Daha çok kazanabilmek için
başkalarına karşı acımasız olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir
toplumda ahlâkı korumak güçleşir. Her türlü kötülük bu tür toplumlarda çoğalır.
İnançlı kimseler ise, bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini,
öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu,
düşünürler ve bilirler. Böyle kişiler, bu dünyada daha bilgili ve ahlâklı olmağa
çalışırlar. Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak
kazançlarını artırırlar. Herkese yardım ederler, kimseye kötülük etmezler.
Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye
haksızlık ve eziyet etmezler.
C) AHİRETE İMANIN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİ-LERİ
Gerçekten uhrevî sorumluluk fikri, İslâm dininde bir asıldır. Fert ve
toplum meselesi de bununla ilgilidir. İslâm dininde âhiret ve sorumluluk fikri,
korku ve ümit, fertleri topluma bağlayan bir âmildir.
Ahirete iman, daha yüksek ve ebedî bir hayata imandır. Bu dünyaya, ilim ve
fazilet kazanmak, bulunduğu hayattan daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek
için geldiğine ve o âlemdeki mutluluğun bu dünyada kazanacağı yüksek ilim ve
faziletlere bağlı olduğuna iman etmiş olan bir insan ve toplum için şu tesirleri
görülür:
1-Ahiret inancının gösterdiği yolu tutarak aklını, ahlâkını hakîki ve müspet
ilimlerle aydınlatır.
2-Bilgisizliğin doğuracağı eksikliklerin gayeye erişmesine engel olacağından
korkar. ahirete iman suretiyle Yüce Allah tarafından kendisine verilen aklî
kabiliyetleri, insânî özellikleri yaratıldıkları gaye uğruna harcar.
3-İnsan, bu iman sayesinde her işinde doğruluktan ayrılmaz.
4-Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollardan kazanır.
5-Hile ve aldatma, vurgunculuk ve rüşvet yollarına yaklaşmaz.
6-Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetmeyi bir borç sayar.
7-Vazifelerini tam anlamıyla vaktinde ve zamanında yapar.
8-Kazancını daima yerinde ve faydalı işlerde kullanır.
9-Bir mükâfat ve ceza gününün varlığı ve herkesin bu dünyadaki işinden dolayı
Allahın
huzurunda sorguya çekilecekleri gerçeği âhirete iman etmiş olan kimselerin
kalbine yer etmiş olur.
10-Milletler ve toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin sağlam bir hale
gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta âhirete imandır. Bu iman
fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o
derece sağlam olur. Çünkü bu iman, her ferdi kendi sınırında durdurup başkasının
sınırına geçirmez.
Ahirete iman, insanların kalbine barış hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü
barış hissi, adalet ve sevginin meyvesidir. Adalet ve sevgi ise güzel ahlâkın
meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da âhirete imanının aşılamış olduğu bir
özelliktir.
D) KABİR HAYATI
İnsan denilen yaratığın yaratılmasıyla başlayan ve değişik biçimlerde
devam eden yaşam evreleri vardır. İlk önce ruh olarak yaratılan insanın birinci
hayatı ruhlar aleminde başlar ana rahmine gelinceye kadar devam eder; ikinci
hayatı, ruhlar alemindekinden farklı bir biçimde ana rahmindeki hayatı; üçüncü
hayatı, ruhlar alemindekinden ve ana rahmindekinden de farklı dünyadaki hayatı;
dördüncü hayatı, yine öncekilerden farklı bir biçimde kabir hayatı, beşinci ve
son hayatı da ahiret hayatıdır.
İşte bir insan öldükten sonra, ahiretin kapısı olan kabir hayatına intikal eder.
Kabir hayatı; kabirde vaki olacak sorularla başlar, ölünün kabrinde amellerine
göre nîmetlere kavuşması veya azap olunmasıyla kıyamete kadar devam eden bir
hayattır.
Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize
atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte
yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen
kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker
ve Nekir" melekleri denir. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir",
"Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Mümin olanlar bu sorulara kolaylıkla
cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet
bahçelerinden bir bahçe olur.Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara cevap
veremezler. Onları da kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar
sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı,
çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar.Kabirdeki sual, peygamberler, buluğa
ermeden önce ölen çocuklar ve yine akıl baliğ olmadan önce delirenler ile
Allah'ın dilediği kimseler hariç, herkese sorulur. Nimet veya azap ise sadece
hak edenleredir.
Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat
yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür.Ölü kabre girince
ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu
sûretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen soruları anlar, lezzet
ve elemi anlamaya uygun bir duruma gelir. fakat ruhun bu sirayeti ölünün tamamen
harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir
anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.
Ahiret hayatını dünyadaki hayata tamamen kıyas etmek doğru değildir. Bunu bir
örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz
edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir kımıltı
görülmüyor. şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor; güya en sevdiği
arkadaşlarıyla beraber en güzel bir bahçedeymiş gibi... Bahçeyi süsleyen
çiçeklerin güzel kokularından istifade ediyor, çeşitli ağaçların meyvelerinden
kopararak tatlı tatlı yiyor. Hasılı kendisi pek neşeli bir halde bulunuyor.
Aksine diğeri de, pek elemli bir rüya görüyor. Adeta bir takım caniler ile
beraber ızdıraba, acı çekmeye hapsedilmiş... Hapishanenin her duvarından üzerine
akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Bu durumda bedenî ve ruhî
bakımdan sahip olduğu üzüntü sonsuz. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sessiz,
uykuya dalmış, hareketsiz bir halde olduklarını görürüz. Bunların ne neşelerini,
ne de elem ve ızdıraplarını göremeyiz.İşte bunun gibi bir ölü de kabrinde ya
sıkıntı ve ızdıraba düşer, kabri kendi hakkında sıkıntı ve azap yeri olur. Veya
refah ve rahata erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri
bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada
yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman, bu durumları
anlamayı kolaylaştırır.Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve
manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.
Kur'an-ı Kerimde, Fir'avn ve hanedanı hakkında, onların her gün sabah akşam
ateşle azap olunduklarını haber veren şu ayet-i kerime vardır:
"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın
hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin/46) denir.
Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan
sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir
kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti.
Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz
sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben
biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da
"Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi
defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz
için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir
azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından
Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a
sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik.
Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de:
"Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal
fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden
Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)
İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı
da:"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey
hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını
bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp
bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet
edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı
gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem
ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası
senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir,
denilir." (Buhari)
E) KIYAMET
Kıyamet denilen dünyanın sonu gelmezden önce bazı garip, olağanüstü
olaylar zuhur eder ki, bunlara kıyamet alâmetleri denir. Bunlar kıyametin
yaklaştığının ön belirtileridir. Zira kıyametin tam kopacağı zamanı ancak Allah
(c.c) bilir. Kullar, bazı alâmetlerin zuhuru ile kıyametin yaklaştığını
bilebilirler. Bu alâmetlerin meydana geleceğini Peygamberimiz (s.a.v.) haber
vermişlerdir.
Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, kıyamet alâmetleri dediğimiz olayların olması,
bizim bildiğimiz ve anladığımız manada olmayabilir. Yani o olaylar meydana
geldiği ve alâmetler görüldüğü halde, biz onların farkında olmayabiliriz. Çünkü,
kıyamet alâmeti olarak gösterilen hadiseler, çok kesin hatlarla tayin edilmiş
değildir. Bundan dolayı alâmetin meydana gelişinin farkına varmamış olabiliriz.
Öyleyse müslümana düşen, kıyamet alâmetlerini ve zamanını araştırmak değil, her
an kıyamete hazır olmaktır. Çünkü ölümle insanın kıyameti kopacaktır. Ölümün ise
geleceğini önceden haber veren alâmetleri, herkes için yoktur.
Kıyamet alâmetleri küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki grupta toplanır. Bu
ayırış, İslâm alimleri tarafından şu iki nokta göz önünde bulundurularak
yapılmıştır:
Küçük alâmet sayılanlar, insanların kendi iradelerine ve hareketlerine bağlı
olanlardır. Bunlar insanların kendi fiilleri sebebiyle meydana gelen şerlerden
ibarettir. Büyük olanlar ise, insan iradesine başlı olmayan alâmetlerdir.
Küçük alâmetler, zaman itibariyle daha önce meydana gelecektir. Kıyametin
kopuşuna, büyüklere kıyasla daha uzaktırlar. Büyük alâmetler ise, kıyamete
oldukça yakındırlar. Büyük alâmetler görüldükten sonra artık sayılı günlere
girilmiş, dünya rayından çıkmış, mahvolmağa yönelmiş demektir.
F) MÜKAFAT VE CEZA
Ahiret gününe iman etmenin temelinde bu dünyada yapılanların öteki
dünyada mükâfat ve ceza olarak karşılıklarının görülmesi vardır.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır
yaparsa onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onun
cezasını görecektir." (Zilzal : 7 - 8.)
Hayat yolunda insanoğlunun üç (3) konağı vardır: Biri bu fânî âlemdir ki buna
"Dünya" denir . İkincisi kabir âlemidir ki, buna "Alem-i Berzah" denir. Üçüncüsü
ise, ebedî yaşayış âlemidir ki, buna da "Ahiret evi" denir.
Resûl-i Ekrem (sav)e nazil olan vahiyde üç konağın her üçünde de insanın mükâfat
ve ceza göreceği bildirilmiştir. İnsan amellerinin cezasını ve mükâfatını
başarısızlık ve başarı şeklinde görecektir. Sonra insan ruhu ikinci konağa
geçecek; orada da insan kendi amellerinin görüntüsünü bir parça görecektir.
Sonra bu mevcut dünyanın bütün işleri sona erecek, fânî âlemin bütün şekil ve
görüntüsü silinip ortadan kalkacak, nihayet yeni bir âlem meydana gelecek; o
zaman fânî insanlar ebediyete kavuşmak için uyanıp kalkacaklar, bütün amellerin
tamamiyle karşılığını mutlaka göreceklerdir.
İnsanın ilk ceza göreceği yer bu dünyadır. Her ne kadar insanın iyilik ve
fenalığının tam karşılığını öteki dünyada "Ahirete" bırakılmışsa da, yaptığı
işlerin karşılığını bu dünyada da az çok görür. İnsan salih amel, iyi işler
karşılığı olarak; izzet, şöhret, şan, şeref, sevgi, güven, refah, saltanat ve
egemenliğe sahip olur. Aksine kötü amellerle, fena işlerle de zillet, rezalet,
şerefsizlik, perişanlık, güvensizlik, korku, keder ve mahkumiyete uğrar. Yüce
Allah bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir.
Fenalıklardan sakınanların yurdu, en güzel, en mükemmel yurttur." (Nahl / 30 )
"Allahın
mescitlerinde, Allahın
adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışanlardan daha zalim
kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka
türlü girmeğe hakları yoktur.) Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de
büyük bir azap vardır." (Bakara : 114.)
"... Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler
dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada
devamlı kalırlar." (Bakara: 217.)
G) HAŞR VE MAHŞER
Haşrin sözlük manası, toplamaktır; Mahşer de toplanılan yere denir. Terim
manası ise, kıyamet gününde dirilmeyi(ba'si) müteakip mahlukatın bir araya
toplanmasıdır.
Kuranda: "Bütün insanların bir araya toplanacakları gün" (Hud / 103), olarak
nitelenen haşr için, "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o,
kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün / 9) , "Onların hepsini bir
gün toplarız" (Yunus / 28), "...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş
olarak toplarız." (Taha / 102), "Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler
gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer /7-8) buyrulur.
Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri,
Peygamberimizin ifadesine göre: "Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.)
bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük"
(Buhari) olacaktır. Dirilişi müteakip mahlukat, hesap ve kısas için bu düzlükte
toplanacak. Hesaplaşmadan sonra ise hayvanat toprak olacaktır.
Ba's (diriliş) ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve
cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret
edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak
olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter.
Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.
Kur'an-ı Kerimde: "İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya
getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz."
(Kıyame / 3-4) buyurulur.
Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri
muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin
çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır.
Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar
yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son
bulacağı belirtilir.
H) AMEL DEFTERLERİ
Mahşerde herkes toplandıktan sonra insanlar için dünyada yazıcı melekler
tarafından tutulan amel defterleri dağıtılır. Dünyada insanın yaptığı her şey,
bu defterlerde bütün teferruatıyla kayıtlıdır. Unutulmamalıdır ki, bunları
dünyadaki defter ve kitaplara benzetmek yanlıştır. Amel defterleri, bir kısım
insanlara sağdan, diğer bir kısmına da soldan veya arkadan verilir.
Amel defterini sağdan alanlara "Ashab-ı yemin" denir ki, bunlar cennete girmeyi
hak eden müminlerdir. Onların hesabı kolay ve sevinci fazla olacaktır. Sınıfını
geçen örencinin karnesini alınca herkese göstermesi gibi, onlar da her önüne
gelene, alın alın, kitabımı okuyun diye gösterirler.
Amel defterlerini soldan veya arkadan alanlara "Ashab-ı şimal" denir ki, bunlar,
hesabı çetin olacak ve sonuçta cehenneme gidecek olanlardır. Bunlara defterleri
verilirken: "Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin."
(Isra / 14) yani defterini okuyunca hesap neticesinde nereye varacağını kendin
de anlarsın, denir.
I) HESAP VE SUÂL
Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes
yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda
herkes hesap verecektir. Allah Tealâ aslında her şeyi bilmektedir. Amel
defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar
görmüştür.
Ancak Allah Tealâ, herkese suçlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini
göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker.
Ancak, bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının
görülmesine engel olmaz.
Ahirette insanların nelerden sorguya çekilecekleri bir hadis-i şerifte ana
hatlarıyla açıklanır. Buna göre insan:
1- Gençliğini ve
ömrünü ne yolda tükettiğinin,
2- İlmini ne yolda kullandığının ve onunla hangi amelleri yaptığının,
3- Malını nereden kazanıp nereye harcadığının,
4- Cismini ne yolda yıprattığının hesabını mutlaka verecek, bu hesabı vermeden
hiçbir yere gidemeyecektir.
Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında,
insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği Kuranda
bildirilmiştir. (Fussilet /19-21; Yasin / 65)
O gün, kendilerine Allahın
bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da
vardır.
J) MİZAN
Mizan, mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir
ölçüdür. Bu ölçü vasıtasıyla herkes kendi sevap ve günahının derecesini
anlayacaktır. Gerçek mahiyetini sadece Allahın
bildiği mizanın varlığı Kuranla sabittir.
Kur'an'da bu konuda şöyle buyurulur: "Kiyamet gününde amellerin tartilmasi
haktir, gerçektir. Tartilari aşir gelenler, işte onlar kurtulanlardir." (A'raf
/8) "Biz kiyamet gününe mahsus adalet terazileri kuracagiz. Hiçbir kimse hiçbir
Haksizliga ugratilmaz. Bir hardal tanesi kadar bile olsa, yapilani ortaya
koyariz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiya /47)
Mizan, hiçbir kimsenin en küçük amelinin dahi zayi' olmasina meydan vermeyen,
tam manasiyla hakli ve adaletli bir ölçü aletidir. Herkesin ameli, mahiyetini
bilmedigimiz bu aletle ölçülecektir. Iyilikleri agir gelenler cennete
gönderilirler. Kötülükleri agir gelenler de cehenneme gönderilirler. Ancak
cehenneme gidenlerden iman sahibi olanlar cehennemde sürekli kalmazlar.
Günahlari kadar cehennemde ceza çektikten sonra cennete gönderilirler.
K) SIRAT
Lügatte yol demektir. Terim olarak sirat, cehennem üzerine kurulmuş olan
son derece ince ve keskin bir köprüdür ki, herkes bunun üzerinden geçecektir.
Cennete gitmek için sirattan başka yol yoktur. Ancak sirattan geçmek, geçen
şahsin iradesine degil, dünyadaki yaşayişina, iman, amel, ihlâs ve ahlâkina
baglidir.
Buna göre müminlerden bazilari derecelerine göre sirati göz kaymasi, şimşek,
rüzgâr, kuş, yariş ati... hiziyla geçerken bazilari da zorluk çekecek veya
tamamen geçemeyecektir. Kâfir ve münafiklar ise sirati geçemeyip cehenneme
atilacaklardir.
Sirati ilk geçen ümmetin bizim peygamberimizin ümmeti olacagi da bu konuda gelen
haberler arasindadir.
L) ŞEFAAT
Şefaat: Ahirette günahkâr olup ta cehenneme girme durumunda olan
müminlerin affi, ibadet ve taat ehlinin daha büyük derecelere ulaşmasi için
peygamberler ile ümmetin büyüklerinin Allah Tealâya yalvarmalaridir.
Beş çeşit şefaat vardir:
1.Şefaat-i uzma: En büyük şefaat demektir. Kiyamet günü mahşerdeki
bekleyişin sona erip hesabin başlamasi için Peygamber Efendimizin bütün
insanliga şefaatidir.
2.Bazi müminlerin hesap görmeden cennete girmelerini saglayan şefaat. Bu da
Resülullah (s.a.v.)e mahsus olan bir şefaattir.
3.Cennette bazi müminlerin derecelerinin yükselmesi için olan şefaat
4.Günahlari sebebiyle cehenneme girecek olan müminlerin, cehenneme girmeksizin
cennete girmelerini saglayan şefaat.
5.Cehenneme girmiş olan müminlerin, cezasini tam çekmeden affedilip çikarilmasi
için olan şefaat.Son üç maddede yer alan şefaate, Allah'in izniyle
Peygamberimizin yaninda diger Peygamberler, ilmiyle âmil olan âlimler ve
şehitler de yetkilidir.
Allah'in izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecegi gibi, Allah'in izin vermedigi
hiç kimseye de şefaat edilmez. Şefaatte de ilâhi adalet daima gözetilir.
M) CENNET VE CEHENNEM
Ahiret hayatinda mükâfat görecek olanlarin toplanip yaşadigi yere cennet,
ceza görecek olanlarin cezalarini çektikleri yere de cehennem denir.
Cennet, Allahın
sayısız nimetleriyle doludur. Bu manayı ifade eden değişik sıfatları vardır:
1. Cennetün - naîm: Nîmetler bahçesi,
2. Cennetül - huld: Dâimî bahçe,
3. Cennet-i adn: Dâimî kalınacak bahçe,
4. Cennetül - mevâ: Barınılacak bahçe,
5. Firdevs: Bahçe,
6. Ravza: Çayır, çimeni bol olan yer,
7. Dârul - mukâme: İkâmet olunacak yer,
8. Dârus - selâm: Emniyet ve selâmet yeri.
Kuran-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde cennet çeşitli yönleriyle anlatılıyor.
Cehennem: Cehennemde cismanî ve ruhânî iki çeşit ceza vardır. Kuran-ı
Kerimde cismanî cezalar şu şekilde beyan olunmaktadır:
1-Kuran-ı Kerimde cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli
defalar bahsedilmiştir. O derece ki, "Nar=ateş" sanki cehennemin ikinci ismidir.
Buna yakın şu ifadelerle de Kuranda geçmektedir: "Sair -parlayan ateş"
"Azabül-harik = yakıcı azap".
2-Cehennemde gölge olmayacaktır. Hatta şöyle emir verilecektir: "Haydi, yalan
saydığınıza doğru yürüyün. Üç kola ayrılmış gölgeye gidin ki onda gölgelik
olmaz. Sizi alevlerden korumaz." (Mürselât: 29-31).
3-Cehennemde serinlik olmayacaktır. "Orada serinlik ve içecek şey
tatmayacaklar." (Nebe: 24).
4-Cehennemde rahatlık getirecek olan ölüm de toktur. Cismin ferah bulacağı hayat
da yoktur. "Oraya (cehenneme) giren ne ölür ne de yaşar".
5-Cehennemde içilecek yalnız kaynar su, cerahat ve irin vardır. "Ateşte daima
kalacak olanlar, bağırsaklarını parça parça eden kaynar su içenler gibidir".
(Muhammet: 15)
6-Yiyecek, acı meyveler "Zakkum" vardır. "... Yoksa öyle bir zakkum ağacına
konmak mı hayırlı? Biz bu ağacı zalimler için nimet kıldık. O ağaç cehennemin
dibinde biter. Meyvesi yılanların başı gibidir. Onlar o ağaçtan yiyip
karınlarını doyuracaklar, sonra üzerine kaynar sular içecekler, sonra dönüp
gidecekleri yer cehennem olacaktır". (Saffât: 62 - 67.)
7-Yiyecek olarak vücuda hiç faydası olmayan " Kuru dikenler" vardır."Onların
bütün yiyecekleri dikenden başka bir şey değildir.
(Bu gıda) onları ne (doyurur),
semirtir, ne de açlıktan kurtarır." (Gâşiıe:6-7.)
8-Ateşten elbiseler vardır."Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir" (Hacc:
19.)
9-Demirden oturacak yer ve yatak vardır."Onlar için demirden gürzler de vardır".
10-Boynunda halka ve zincirler vardır."Biz kâfirler için zincirler, lâleler
(halkalar) alevli ateşler hazırladık". (Dehr: 4.) Bu saydığımız cismanî
cezalardan başka öyle ruhânî cezalar olacaktır ki, bakanların gözleri dikilip
kalacaktır. Birkaç ayetten örnek görelim: "O, Allahın
öyle bir ateşidir ki acısı yürekleri sarar." (Hümeze:6-7) "Onlar, uğradıkları
gam ve kederden (duydukları acı ızdırapdan) dolayı içinden çıkmak istedikçe yine
oraya iade olunurlar (Ve kendilerine) : Yanmanın azabını tadın! denilir."
(Hacc:22)
N) A'RAF
A'raf, tümsek, tepe anlamına gelir. Terim olarak "A'raf " kelimesinin
hangi anlama geldiği hususunda İslâm âlimleri farklı açıklamalar yapmışlardır:
1-Bir kısım âlimlere göre "A'raf" cennetle cehennem arasında bulunan sur
(=Yüksek duvar)dan bir perdenin yüksek tepeleridir.
2-Bazılarına göre ise "A'raf", mizanda iyilik ve kötülükleri, yani sevaplarıyla
günahları denk geldiği için cennet veya cehenneme girmeyenlerin kaldıkları yerin
adıdır. Bunlar, Allah'ın izniyle, haklarında yapılan bir şefaatle daha sonra
cennete gireceklerdir.
3-Diğer bazı âlimler ise "A'raf"ın, fetret devirlerinde ölenlerle, müşriklerin
çocukları ve delilerin kalacakları yer olduğunu söylemişlerdir.
Kur'an-ı Kerimde "A'raf" sûresindeki "A'raf"la ilgili ayet şu mealdedir: "İki
taraf (Cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. A'raf
(burçlar) üzerinde de bir takım insanlar vardır ki, her iki tarafı da (yani
cennetlik ve cehennemlik olanları) simalarından tanırlar. Cennetliklere "Size
selâm olsun" derler. Bunlar, henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir.
Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince de: "Rabbimiz, bizi zalimlerle beraber
bulundurma" derler." (A'raf / 46-47)
O) HAVZ-I KEVSER
Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir.
Her Peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve
lezzetli suyundan içireceklerdir.
Havz-ı Kevser adı, Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir. "(Habibim)
doğrusu biz sana kevseri verdik." (Kevser/1) ayeti buna işaret eder.
Peygamber Efendimizin havzı, diğer Peygamberlerinkinden daha büyüktür. İçenleri
de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş
kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin
edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır. Peygamber Efendimiz bu konuda
şöyle buyururlar: "Benim havzımın kenarları tam bir aylık yaya yolu
genişliğindedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları
da gökyüzünün yıldızları gibi çoktur. Ondan içen kimse hiç susamaz."
KAZA VE KADERE İMAN
A) KAZA VE KADER
Kaza ve kadere inanmak, iman
esaslarından altıncısı ve sonuncusudur.
Alemdeki canlı cansız her varlığın, güneşin, ayın ve yıldızların yoktan
yaratıldığını biliyoruz. Bütün bunların belirli bir düzen ve ölçüler içerisinde
hareket ettiğini ve değişip durduğunu, zamanı gelince de yok olduğunu görüyoruz.
Bu ince düzen bu sürekli oluş ve yaratılış bir tesadüfün eseri olamaz. İşte
bütün bunları yapan sonsuz bir güç vardır ki, o da Allahtır. Onun bilgisi
dışında hiçbir şey olamaz. Başlangıçtan sonsuza kadar ne olacaksa o, hepsini
bilir.
Âlemde vuku bulan, cereyan eden her şey Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Her şey,
Allah'ın ilim, irade ve kudretinin eseridir, ilâhi kanuna tabidir. Her şeyde
sebepler, bir takım ölçüler mevcuttur, bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderine
uygun olarak meydana gelir. Allah bir sebep ve hikmete uygun olarak yaratır.
Kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her varlık bir ilâhi ölçüye bağlıdır. Âlemdeki düzen
ve istikrar, devamlılık ilâhi kaza ve kaderle mümkün olmaktadır.
Rabbımızın, olacakların hepsini, önceden bilip takdir etmesine (ölçüp, biçip
belirli kılmasına) KADER denir. Bu, Allahın
ilim sıfatının sonucudur.
Yüce Allahın
takdir ettiği şeylerin zamanı gelince, Onun tarafından yaratılıp ortaya
çıkmasına ise, KAZA denir. Bu da, Allahın
irade, kudret ve yaratma sıfatlarının sonucudur. şu halde kaza ve kadere iman,
Allahın
ilim, irade, kudret ve yaratma (Tekvîn) sıfatlarına inanmak demektir.
B) KAZA VE KADERLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER
"şüphesiz ki biz, her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık." (Kamer/49),
"Allah her şeyi yaratmış ve her birine belirli bir nizam vererek, onun kaderini
tayin ve takdir etmiştir." (Furkan/2),
"Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen her hangi bir olay yoktur ki, biz onu
yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bunu bilmek Allah'a kolaydır."
(Hadid/22),"Ölümü aranızda biz tayin ettik..." (Vakıa/60),
"Bu sebeple yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da bir takdire göre
buraya geldin ey Musa!..." (Taha/40),
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den Hz.Ömer (r.a.)ın rivayet ettiği, Cibril hadisi
diye bilinen hadis-i şerifte, iman, İslâm ve ihsanın ne olduğunu Cebraile
anlatırken iman konusunda şu ifadeyi kullanmıştır: "İman, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan
olduğuna inanmaktır." (Müslim/İman),
Bu hadiste kadere inanmanın iman esaslarından olduğu açıkça belirtiliyor.
Bununla birlikte ilâhi bir sır olarak kabul edilen kaza ve kader konusunda
Peygamberimiz, fazla konuşulmamasını, münakaşa edilmemesini, bu konuya fazla
dalınmamasını tavsiye etmiştir.
C) İRADE
Kaza ve kadere iman, insanın durumunu tespit ve tayinde büyük önem
kazanır. Her şeyden önce insanın iradesinin olup olmadığı söz konusu edilir.
İrade; istek, arzu, eğilim, kast, sevgi ve
benzeri anlamlara gelir. Bir sıfat olarak kabul edilir. Bu sıfatla canlı
fiillerini yapar. Her hangi bir işin meydana gelmesinde irade sıfatı ilk ve en
önemli rolü oynar. İrade, istek olmayınca iş meydana gelmez.
İradeyi anlamanın iki yolu vardır:
Allah'ın ve insanın iradesi,
İnsanın iradesi.
a) Allah'ın ve insanın iradesi
Allah'ın iradesinin olduğu ve bu iradenin her şeyi kuşattığı malumdur. Allah
mutlak irade sahibidir. Bu ilâhi iradenin varlığına akıl ve nakil (ayet ve
hadisler) şahitlik etmektedir. Âlemde hiçbir şey, Allah'ın mutlak iradesinin
dışında değildir.
İlâhi iradenin her şeyde hükümran ve söz sahibi olması bakımından, Allah'ın
irade ve meşietine "Külli irade" denebilir. Bu bakımdan ilâhi irade, insanın
iradesini de kuşatır.
İnsanın da iradesi vardır. İnsan bazen istekli, bazen isteksiz olur; bazen bir
işi yapmak ister, bazen istemez. Bunlar onun iradesinin varlığının delilidir.
İnsanın bu tarzda anlaşılan iradesi, Allah'ın yüce, mutlak, tarifi imkânsız
iradesinin yanında çok küçük bir iradedir. Bu bakımdan insanın bu iradesine,
Allah'ın külli, mutlak iradesi yanında "Cüz'i irade" denebilir.
b) İnsanın iradesi
İnsanın iradesinin olduğu kesindir. Bu irade, insan tek başına ele alındığında
bağımsızdır, hürdür, bütündür, küldür.
İnsanda ortaya çıkan hareketler iki türlüdür:
1-İhtiyarî fiiller: Yapmak ve yapmamak kulun elindedir. Kul irade-i cüziyesi ile
bunu ister. Allah (c.c) da yaratır. O yüzden kul, ihtiyari fiillerden (kendi
yaptığı işlerden) sorumlu olur. Okumak, ders çalışmak, namaz kılmak, içki
içmek... gibi. İnsan, kendisinde bulunan ve bir bütün olarak kabul edilen
iradesini kullanarak bu hareketleri yapar ve bunları kendisi için iradi fiil
haline getirir. Sözgelimi insanın önünde "camiye gitmek veya gitmemek" şeklinde
iki tercih bulunsa, insanın bunlardan birini tercih etmesi istense, bu taktirde
insanda hem külli iradenin, hem cüz'i iradenin varlığı görülür. Söz konusu
insan, camiye gidip gitmeme noktasında külli, ikisinden birini tercih ettiğinde
ise cüz'i iradesini kullanma halindedir.
Gerçekte insanın hayatı sürekli bir tercihler zinciri şeklinde devam edip
gitmektedir. İnsan kendisinde bulunan irade-i cüz'iyesiyle Allah'ın emirlerine
uygun veya ters tercihlerde bulunur. Allah (c.c.) da kulun tercihine uygun
olarak o fiilleri yapma kudreti halk eder. O fiilleri isteyen ve yapan kul,
fiillerinden de sorumlu olur. Bu fiillerinde kendisi tercih yaptığından
fiillerinde mecbur değildir. Böylece tercihler hayat boyu kulun amellerini
oluşturur.
2-Gayr-i ihtiyarî fiiller (refleks hareketler): İnsanların kendi iradesi ve
isteği olmadan sırf Allahın
yaratması ile olan hareketlerdir: İnsanın acıkması, hasta olması, unutması ve
yanılması gibi şeylerdir.
D) KAZA VE KADER KONUSUNDA GÖRÜŞLER
Kaza ve kader konusu, insan zihnini meşgul eden konuların başında gelir.
Bu konuyla ilgili olarak ilk devirlerden itibaren çeşitli görüşler ortaya
atılmıştır. Kaza ve kader konusunda başlıca üç görüş vardır:
a) Ehl-i Sünnetin görüşü
Ehl-i Sünnete göre insan, belli ölçülere göre hareket eden hür bir varlıktır. O,
işlerini kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Zorunlu fiiller dışında kendi
isteğine bağlı olarak yaptığı işlerin emir olanlarından mükâfat, yasak
olanlarından ceza görecektir. Allah'ın teklifleri, sevap ve ikabını gerektirecek
işler bellidir. İnsan bunları seçme ve yapmada serbesttir.
Burada iki husus ortaya çıkmaktadır:
İnsan kendi irade ve ihtiyariyle yaptığı zorunlu olmayan fiillerden, başka bir
deyimle, isteğe bağlı olarak seçimini kendi kendisinin yaptığı işlerden
sorumludur. Bu fiillerin tümü teklif dairesine girer, sevap veya ikabı, mükâfat
veya cezayı gerektirir.
Tek yaratıcı ancak Allah'tır. İnsanı, fiillerini ve her şeyi yaratan Allahtır.
Çünkü "Allah her şeyin yaratanıdır." (Zümer / 62), "Sizi ve işlediklerinizi
yaratan Allah'tır." (Saffat / 96)
İnsanda yaratma vasfı yoktur. O, fiilini seçme hürriyetine sahiptir. İnsanın
seçimine göre yaratma Allah'a aittir. İnsan ancak kâsibtir, müktesiptir,
fiillerini kesb eder, kazanır.
b) Cebriyenin görüşü
Ehl-i Sünnetin dışında yer alan Cebriye'ye göre insan fiillerinde yaptığı
işlerde mecburdur. İnsanın iradesi, gücü yoktur. O fiillerini zorunlu olarak
yapar. İnsanın fiilleriyle münasebeti, çöpün rüzgârla olan münasebeti gibidir.
Fiiller insana nispet edilir. Kulların hareketleri cansız varlıkların
hareketleri gibidir. Kulun fiillerinde ihtiyar sahibi olması, mucit ve halık
olmasını gerektirir. Halbuki yaratıcılık yalnız Allah'a aittir.
Bu fırka, kaza ve kaderi nazara alarak kulun fiillerini yapmada mecbur olduğu
görüşünü ileri sürmüştür. Bununla Allah Tealâyı acizden tenzihe çalışırken diğer
taraftan Allah Tealâya zulüm isnat etmişlerdir.
Bu görüşe göre insan, değersiz, şuursuz, akılsız, iradesiz bir varlık durumuna
düşüyor. O âdeta cansız bir varlık haline geliyor. Böylece dinin, Peygamberin,
kitabın, teklifin, ceza ve mükâfatın hiç bir değeri kalmıyor. Bu görüş sahipleri
zaten zamanla yok olup gitmişlerdir. Ama zaman zaman hayatta aynı görüşü
benimseyenlerle karşılaşmak mümkündür.
c) Mutezilenin görüşü
Mutezile, Cebriyenin görüşünün tam tersini savunur. Mutezileye göre insan irade
ve güç sahibidir ,kendi fiillerinin yaraticisidir. Onlara göre insan, kendi
fiillerini yaratirsa ancak hür ve sorumlu olur, ceza ve mükâfat ancak böyle
tahakkuk eder.
Mutezilenin bu konudaki görüşünde aşiriliga gittigi görülüyor. Gerçekte insan
cüz'i bir irade sahibidir. Allahın
bahşettiği bir kudretle fiillerini yapar; ama asla yaratıcı değildir, kendi
fiillerinin halıkı olamaz. İnsan dilediğini seçme ve yapma hakkına sahiptir. Ama
hiç bir zaman mutlak irade ve mutlak güç sahibi değildir.
Görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü aşırılıktan uzak, Kur'an ve
sünnetin ruhuna uygun orta bir yolu temsil etmektir.
E) HAYIR VE ŞER
Dinimizin, iyi, güzel ve yararlı gördüğü söz, düşünce ve davranışlara "HAYIR";
kötü, çirkin veya zararlı gördüklerine de "ŞER"
denir. Dinimize göre; hayrı da, şerri de yaratan Yüce Allahtır.
Yüce Allah hayra razıdır; fakat şerre razı değildir.Yani Rabbımız,
kötülüklerimizi beğenmeyerek iyiliklerimizi ise beğenerek yaratır. Çünkü Onun
bilgisi ve yaratması dışında hiçbir şey olamaz.
F) İYİYE VE DOĞRUYA YÖNELME
Bir insan, "Allah böyle takdir etmiş, ben ne yapabilirim" deyip kötü
davranışlarda bulunamayacağı gibi, tembel tembel de oturamaz. Çünkü insan, cüzî
irade dediğimiz güçle, iyiyi veya kötüyü kendisi seçer. Yüce Allah, emir ve
yasaklarıyla iyi ve kötü yolu göstermiş ve "İyi olana gidin, kötü olandan
uzaklaşın" demiş; bu iki yoldan birini seçmekte insanı serbest bırakmıştır. İyi
ve kötü yollardan birini seçmek insanın kendi isteğiyledir. Allah, insanın bu
isteğine göre iyi ve kötüyü yaratır. Böyle olunca isteyen ve istemeyen insandır,
yaratan ise Allahtır. Bunun için insana, irade ve gücünü kullanarak yaptığı
davranışlardan sorumlu tutulacağı, âhiret gününde niçin kötü yolu seçtiğinin
sorulacağı bildirilmiştir. İradesini iyiye, doğruya yöneltip iyi ve yararlı
davranışlarda bulunanlar mükâfatını görecekler, kötüye yönelip kötü ve zararlı
davranışlarda bulunanlar, tövbe etmeden ölürlerse cezasını çekeceklerdir.
Kötü çirkin davranışlarda bulunanlar, dünyada da bu kötü davranışlarının
cezasını görürler. Bunun için insana yaraşan iradesini iyi, doğru ve yararlı
olana yönelterek güzel davranışlarda bulunmak ve bu sayede hem dünyada hem de
âhirette mutlu olmaktır. Dinimizin bütün emir ve yasakları insanın cüzî
iradesine yön vermek içindir.
G) TEVEKKÜL
Bir amaca ulaşabilmek için gerekli olan bütün tedbirleri aldiktan sonra
Allaha güvenmeye ve sonrasını Ona bırakmaya "Tevekkül" denir. Meselâ: Bir
çiftçi önce tarlasını zamanında sürer, tohumu eker ve gerekli bütün yapım
işlerini yapar, sonra da Allaha tevekkül eder. Yani "Takdir ne ise o olur, ben
üzerime düşeni yaptim" diyebilir. Yoksa bunlarin hiç birini yapmadan "kader ne
ise öyle olur, ben Allaha güveniyorum" demek, tevekkül değil tembelliktir.
Başka bir örnek daha verelim: Meselâ, bir öğrenci derslerine hiç çalışmadan
"kaderim ne ise o olur, Allah dilerse sınıfımı geçerim" diyerek işi Allaha
bırakamaz. Böyle bir davranış hem Allaha karşi gelmek olur, hem de kader inanci
ile uyuşmaz. Halbuki önce derslere en iyi şekilde çalişmak, bütün konulari
ögrenmek, işi ondan sonra Allaha bırakmak, Onun yardımını dilemek gerekir ki,
işte bu tevekkül olur.
H) FERT HAYATI YÖNÜNDEN ÖNEMİ
Hayır ve şer, kaza ve kader, kâinatta olup biten şeylerin hepsi belirli
kanunlar, belli sebepler ve ölçülü miktarlar dairesinde cereyan etmektedir.
Allah her şeyi iradesiyle yaratır, var olan ve olup biten her şey Allahın
bilgisi ve iradesi altındadır.
İşte kaza ve kadere, hayır ve şerre iman, bu inancın sahibini daima çalışmaya ve
emek harcamaya sevk eder. Çünkü kişi önüne ne çıkacağını, ileride ne olacağını
bilmediğinden kendisini çalışmaya memur bilir. Doğuşundan itibaren kişinin
kaderinin ne olduğu belli değildir. O bakımdan insana çalışmak ve kaderin var
olduğuna inanmak düşer.
Kadere iman, insanlar felâketlerle baş başa kaldıkları zaman bir teselli kaynağı
olur. İnsan üzüntülü olduğu zaman kaza ve kadere olan imanı onun imdadına
yetişir. Arzu ettiği bir şeye kavuşamadığı ve ümitlerinin arasına engeller
girdiği zaman, Allahın
takdirine olan imanı ve güveni ona destek olur, ümitsizliğe düşmez. Olanların
bir ilâhî takdir gereği olduğunu bilir ve üzülmez.
Kişi işlerinde başarılı olunca sevinir. Bu sevinci ile birlikte şımarmaz. Fazla
sevinçten dolayı hayat dengesini kaybedip gururlanmaz. Alçak gönüllü olmayı
elden bırakmaz. Bütün bu çalışma ve gayretlerin sonunda bunların Allahın
bir lütfü ve takdiri olduğunu hatırdan çıkarmaz. Kuran-ı Kerîm bu hususu bize
şöyle belirtiyor:
"Size yeryüzünde veya nefislerinizde bir belâ dokunmaz ki, ancak o sizi
yaratmazdan önce yazılmış olmasın. Ve bu da Allaha göre kolaydır. Bunu önceden
mukadder ve yazılı olduğunu bilip elinizden çıkan (kaybettiğiniz) şeylerden
dolayı üzüntüye düşmeyiniz ve elinize girenle de (kazandığınızdan dolayı)
sevinip şımarmamanız için size beyan ettik. Allah övünen ve kibirlenenleri asla
sevmez." ( Hadid sûresi /22 - 23. âıetler.)
Kadere iman, insanda kahramanlık ve yiğitlik duygularını kuvvetlendirir. İşlerin
Allahın
takdir ettiği gibi olacağına imanı olan kimse yılmaz ve korkmaz.Cömertlik ve
iyilik hislerini arttırır, insanı eli açık yapar. İnsan düşünür, madem ki
rızklar bellidir, Allah herkesin rızkını çalışmasına, çabasına göre takdir
etmiştir. Aç kalırım endişesiyle cimrilik yapmaz, cömert olur, düşkünlere yardım
eder, muhtaçları ve yoksulları maddî ve manevî yönlerden destekler.
Kâinatta bütün işlerin Cenab-ı Hakkın elinde olduğuna imanı olan kimse en güzel
ahlâk sahibi olmaya çalışır. Ölümden korkmaz, her zaman hakkı, adaleti,
eşitliği, insan hak ve hürriyetlerini savunur. Her ne pahasına olursa olsun,
Allahın
emirlerine uyar ve yasaklarından kaçınır.
İnsana bir felâket ve üzüntü geldiği zaman, hüzün ve kederden kendisini helâk
etmez. İlâhî takdire razı olur.Demek ki, yeryüzünde olup biten her şey, ilâhî
bilgi ve takdir çerçevesindedir.
İSRA VE Mİ'RAÇ
A) İSRA VE Mİ'RACIN ANLAMI
İsra lügatte, gece yürüyüşü demektir. Miraç ise lügatte, yükseğe
çıkmak ve merdiven manalarına gelir.
İslâm ıstılahında ise, Peygamber (s.a.v)in Mekke'de Mescid-i Ha-ramdan Mescid-i
Aksa'ya oradan da yüce makamlara çıkartılması hadisesidir.
Miraç, hicretten bir buçuk sene evvel Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuştur.
B) Mİ'RAÇLA İLGİLİ TANIMLAR
Konunun daha iyi anlaşılması için bazı terimler üzerinde duralım:
İsra: Yürümek demektir. Geçişli fiil olduğu için "geceleyin yürüttü"
manasına gelir.
Mescid-i Haram: Kâbeyi çevreleyen ve Harem-i şerif denen mesciddir.
Yeryüzünde ilk defa inşa edilen mabet budur.
Mescid-i Aksa: Kudüsteki Beytü'l - Makdistir. Kâbeden sonra yeryüzünde
yapılan ikinci mabeddir. Aksa denilmesi Kâbe'ye bir aylık mesafede
bulunmasındandır. Mescid-i Aksa, Peygamberlerin toplandığı, ilâhi vahiylerin
indiği mübarek bir yer olduğu için, Miraçta Peygamberimizin yol uğrağı olmuştur.
Beytü'l Mamur: Yedinci kat gökteki melekler tarafından tavaf edilen
mabeddir.
Sidretü'l Münteha: Arşın sağında bir ağaçtır ki, ne melek, ne başka bir
şey ondan ötesine asla geçemezler.
Refref: Mahiyetini aklımızın kavrayamayacağı bir vasıtadır.
Kaab-ı kavseyn: İki yay miktarı kadar bir mesafedir.
C) Mİ'RAÇ NE ŞEKİLDE VUKU BULMUŞTUR?
Miraç hakkında Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:
"Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammet)
kulunu Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; erçekten işitendir, görendir." (Isra
suresi:1)
Miraç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından
bizzat Rasülüllah (s.a.en rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve
Nesaai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik
rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.
Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:
"Bir gece, halam ümmü Haninin evinde (bir riva göre Kâbede) iken Cebrail (a.s.)
geldi. "Ey muhterem Nebi! yarlıgayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk,
melekler seni bekliyor." dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp,
iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan
küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu
hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i
Aksaya geldik, Cebrail Burakı, bütün Peygamberlerin, hayvanlarını başladıkları
bir halkaya başladı. Mescitte diğer Peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize
selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, "Öne geç ve
nebilere iki rekât namaz kıldır." dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım.
Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince
"yaratılışına uygun olanı seçtin." dedi. "
Ebu Said-i Hudrinin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam
ettiler:"Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir
şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir.
Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden
HAFAZA kapısına kadar çıkardı. yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada
Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden
soruldu:
- Sen kimsin?
- Ben Cebrailim.
- Yanındaki kim?
- Muhammet (s.a.v.).
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza
eden İsmail isminde müvekkel büyük bir melek yanında yetmiş bin melek ve o
meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
"Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın
yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, "ne
güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!" diyor; kâfir ruhu ise,
"ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın" diyor."
"...'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda "Baban Âdemdir." diye cevap verdi.
O, bana selâm verdi ve 'hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât" diye
karşıladı."
"Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler
gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım
memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca
Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen
zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının
ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden
ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.""Sonra ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf
(a.s) ile buluştuk. Yanında ümmetinden kendisine tabi olanlar da vardı. Yüzü
ayın on dördü gibiydi. Onunla da selâmlaştık."
Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki teyze zade Yahya ve İsa (a.s.) ile;
dördüncü semada idris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı
semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi "Hoş geldin ey salih
kardeş, salih nebi" dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
"Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını
Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. "Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin
ey salih evlât" dedi. Burada bana denildi ki, "işte senin ve ümmetinin mekânı."
Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin
melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez."
Peygamber Efendimiz, burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:
"Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir." (el - Müddesir/31)
Peygamberimiz yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:
"Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın
kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi
ki: 'şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği Kevser Havzıdır.' Rahmet
nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu
tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve
hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm.
"Bundan sonra Sidretü'l Münteha'ya kadar çıktık. Sidre'den yükselince Cebrail
durakladı ve 'Ya Muhammet, yemin ederim ki, ben buradan bir karış ileri geçersem
yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye takatim yoktur.' dedi."
Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile
Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle
buyururlar:"Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan
kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne
baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim;
'Yaklaş ey Muhammet! Ben de Kâbe Kavseyn miktarı yaklaştım. Rabbimin ilhamı ile
şunları okudum: 'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettaıibatü' (En güzel
tahiyye Allah'a mahsustur. Bedeni ve mali ibadetler de Ona layık ve mahsustur.)
Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü
ve rahmetullahi veberekâtühü" (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve
bereketi de sana olsun. Ben tekrar; 'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin,
eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' (Selâm
bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şahadet ederim ki, Allah
birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu
ve elçisidir.) dedim."
Rasülüllah Efendimiz, Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri
döndü. Hz. Musanın yanına gelince; Hz. Musa, "Allah sana neler emretti" diye
sordu. Peygamberimiz de elli vakit namazla emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, "Ya
Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine aşır gelir, yapamazlar.
Rabbine iltica et de hafifletsin." dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammet (s.a.v)
tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı.
Peygamberimiz Hz. Musanın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok
olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek
Rabbine iltica etti. Böılece; namaz beş vakte kadar indirildi.
D) Mİ'RAÇ HADİSESİNİN MEKKEDEKI AKİSLERİ
Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v.) Mekke'ye döndüğünde, müşahedelerini
anlatmaya başlayınca, Kureyşliler fitne krizlerine tutulup deli divane oldular.
Kimi, Ebu Bekir (r.a)'a koşuyor; kimi, ellerini çırpıyor; imanı zayıf olanlardan
irtidat edenler oluyor, bu olağanüstü mucizeyi bir türlü akıllarına
sığdıramıyorlardı. Hz. Ebubekir gibi iman sahipleri ise, "Evet Mi'raç haktır.
Eğer Muhammet (s.a.v.) bunları demişse, doğru söylüyor ve ben bundan daha
büyüklerini de kabul ederim" diyorlardı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin yanına
gelmiş, Miracı bizzat kendilerinden dinlemiş; Allah'ın Resulü anlattıkça, "Doğru
söylüyorsun ya Resulüllah" diyerek tasdik etmiştir. Peygamberimiz de, "Sen
sıddıksın ya Eba Bekir" diyerek; ona "Sıddik" unvanını vermiştir.
Cabir ve Ebu Hüreyre (r.a)nin, Resulüllah (s.a.v.)'den rivayet ettiklerine göre
Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
"Ben, sabain İsra ve Miracı anlatınca Kureyşliler beni tekzip etti. Bana, gidip
geldiğim yerlerden ve Mescid-i Aksa'dan sorular sordular. Halbuki ben Mescid'i
Aksa'nın hiç bir özelliğini tespit etmemiştim. Bu sebepten müşkül durumda
kalıyordum. Allah (c.c.), bana Mescid-i Aksa'yı gösterdi. Ben de Kureyşlilerin
bütün sorularına cevap verdim." (Müslim)
Sahih rivayetlere göre; Kureyşliler, Mescid-i Aksa'nın kapı, pencere ve cihet
gibi her özelliğini soruyorlar; Peygamberimiz de teker teker cevap veriyordu.
Buna rağmen buna da inanmadılar. "Biz sana Şam'dan gelmekte olan develerimizi
soracağız; bize onlardan haber ver" dediler. Peygamberimiz şöyle cevap verdi:
"Evet, falan kimselerin kervanına rastladım. 'Revha' isimli mevkide idi. Bir
deve yitirmişler, onu arıyorlardı. Iüğleri arasında bir su kabı vardı. Susadım,
o kabı alıp su içtim ve kabı yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, suyu
bulabilmişler mi" O anda kervan, Peygamberimize gösterildi. O da, kervanın
kemiyet ve keyfiyetine dair haber verdi ve şöyle buyurdu: "İçlerinden 'Cemel-i
Evrak' (yani karam tırak beyaz bir deve) önde olarak, falan gün güneşin
doğmasıyla beraber gelecekler:" Peygamberimizin haber vermiş olduğu o gün;
müşrikler sabahın erken saatlerinde "Seniyye" tepesine doğru çıktılar. Güneş ne
zaman doğacak da Muhammet (s.a.v.)'i yalancı çıkaracağız diye, bekliyorlardı.
Derken; içlerinden birisi, "Güneş doğdu" diye haykırdı. Tam o sırada bir diğeri
de, "İşte kervan geliyor, önlerinde Cemel-i Evrak, tıpkı söylediği gibi" diye
bağırdı. Bu da ayrı bir mucize olmuştu. Hal böyle iken, müşrikler yine iman
etmediler. "Bu açık bir sihirdir" dediler.
E) RASULÜLLAH'IN Mİ'RAÇTAKI BİNEKLERİ
Kütüb-ü Sitte ve diğer hadis kitaplarında Mi'rac hadislerinin çeşitli
rivayetleri vardır. Bu hadislerde Peygamberimizin Mi'rac esnasındaki binitleri
anlatılır. Âlâmî Tefsirinde Alûsî'nin nakline göre, Rasülullah'ın binitleri beş
tanedir:
1- Burak: Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya kadar.
2- Mi'rac (Merdiven): Mescid-i Aksa'dan dünya semasına kadar.
3- Meleklerin kanadı: Dünya semasından yedinci semaya kadar.
4- Cibril: Yedinci semadan, Sidre-i Münteha'ya kadar.
5- Refref: Sidre-i Münteha'dan Kaabe Kavseyn'e kadar.
F) PEYGAMBERİMİZE Mİ'RAÇTA VERİLEN İHSANLAR
Müslim'in rivayetine göre, Mi'raç'ta Rasülullaha üç şey verildi:
1- Her gün elli vakit sevabına denk, beş vakit namaz,
2- Bakara sûresinin son âyetleri,
3- Ümmetimden, hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayanlara cennet müjdesi.
Bunlardan başka Mi'raç hadisesini anlatan el-İsra suresi ile itikat, ahlâk,
iktisat gibi cemiyet nizamının bel kemiği olan, milletleri huzur içinde yaşatıp
mihnet, zillet ve buhrandan kurtaran şu esaslar vahiy ve tebliğ edilmiştir:-
"Allah ile beraber diğer bir ilah edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına
bırakılmış olursun." (İsra/22)- "Rabbin kendinden başkasına kulluk etmeyin,
ana-babaya iyi muamele edin, diye hükmetti." (İsra/23)
- "Hısıma, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma"
(İsra/26)- "Zira, israf ile saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdırlar. şeytan
ise çok nankördür." (İsra/27)- "Eli sıkı olma! Büsbütün eli açık da olma. Sonra
kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın." (İsra/29)- "Geçim
endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı
veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur." (İsra/31)- "Zinaya
yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsra/32)-
"Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. bir kimse
zulmen öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki
verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki
verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur." (İsra/33)- "Yetimin malına, rüştüne
erinceye kadar, tam bir iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü de
yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir." (İsra/34)-
"Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir
hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsra/35)- "Hakkında bilgin
bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi
yaptığından sorumludur." (İsra/36)- "Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen
(aşırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına
girebilirsin." (İsra/37)
G) Mİ'RACIN HİKMETİ
Allah (c.c.), mekân ve zamandan münezzeh ve cismaniyetten beri
olduğundan, Hz. Peygamber (s.a.v.)in semalara çıkarılması; (haşa) Allah ile bir
makam-ı muallada buluşup şereflenmesi değildir. Böyle bir inanç yanlıştır.
"Ancak, Resul-i Ekrem (s.a.v.)in böyle yüce bir makama çıkarılması; mücerret
melekût-i ilâhiyeyi temaşa etmek, birtakım hakikat ve sırlara muttali olmak ve
kendisine has müstesna bir atıfet-i sübhaniyeye mazhar olmak hikmetine
müstenittir." (Ö. Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm/235)
Miraçla, Resulüllah (s.a.v.) Efendimize birçok şeyler gösterilmiştir. Bunlardan
bazıları şunlardır:Burak'a bindirilmesi, Mescid-i Aksa'yı görmesi, burada
enbiyanın temessül etmesi, nebilerin makamlarını görmesi, her biriyle konuşması,
cennet ve cehennemin hallerini görmesi, Sidre'yi geçip mut-i ilahiyeden nice
hayret verici şeyleri müşahede etmesi. Ayrıca Mi'raç hadisesiyle imanı sağlam
olanlarla imanı zayıf olanlar birbirinden ayırt edilmiştir. (Tefsir-i Allame
Ebu's Suud, "Tefsir-i Kebirin kenarında" 5/544)
"...(Ve bu gece yolculuğunu) Ona (O Peygambere), ayetlerimizden bazısını
gösterelim diye (yaptırdık)..." (İsra/1) ayetini izah ederken Fahruddin-i Razi
Tefsir-i Kebir'inde şu hususları sıralamaktadır:
1-Cennetin mükafatları çok büyük, Cehennemin ateşi ise pek şiddetlidir. Allah
(c.c.) dünyada iken Resulüne (s.a.v.) bunları gösterdi ki, kıyamet günü bunları
ilk görüşü olmasın ve kıyamet günü kalbi Cennetin rağbeti, Cehennemin dehşeti
ile meşgul bulunmasın. Ancak kalbi şefaatle meşgul olsun.
2-Resulüllah (s.a.v.)in Mi'raç gecesi Peygamberleri ve melekleri müşahedesi, hem
kendisinin, hem de onların yükselmelerinin sebebidir.
3-Peygamberimiz, semavatın, Arş ve Kürsünün hallerini müşahede edince, bu alemin
ahvali ve korkuları onun gözünde küçülür. Bu itibarla, Allah yoluna daveti ve
İslam davasına çalışması, kalbinde daha da kuvvetlenir. Allah'ın düşmanlarına
iltifatı kalmaz. Bütün zorluklara rağmen, cihatta sebatı sonsuz olur.
İbn Atiye gibi bazı müfessirler ise, bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir
etmişlerdir: "Mi'raç, sadece Peygambere ayet ve ibret göstermekten ibaret değil;
aynı zamanda, Peygamberin kendini kâinata bir delil olarak göstermektir."
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili 5/3152)
H) Mİ'RAÇ RUH İLE Mİ, BEDEN İLE Mİ OLMUŞTUR?
Mi'racın vukuu hakkında selef ve halef ittifak etmiş oldukları halde,
Mi'racın keyfiyeti, yani ne şekilde olduğu hususunda aralarında bazı ihtilaflar
vardır.
Seleften Hz. Ayşe ve Hz. Muaviye, tabiundan Hasenu'l Basri ve Muhammet İbn-u
İshak gibi zatlar, miracın yalnız ruhani olduğuna kail olmuşlardır. Hz. Ayşe
(r.a.), "Muhammet (s.a.v)in cesedi, Mi'rac gecesi ayrılır olmadı." diyor.
Muaviye (r.a.) de kendisine Mi'raç sorulunca, "Salih bir rüyadır." demiştir.
Selef ve halefin ekserisi ile cumhur-u ulema ise, Mi'racın ruh ve cesetle
olduğunu kabul etmişler ve hususta kuvvetli deliller getirmişlerdir. Hz.
Muaviye'nin sözünü, "Baş gözüyle görüştür"; Hz. Ayşe'nin sözünü de "Ceset ruhtan
ayrılmadı, beraber Mi'raç etti." diye tevil etmişlerdir.
Gerçi, Mi'racın ruh ile olduğuna delalet eden haber vardır. Cesetle olduğuna
delalet eden hadisler de vardır ve ikinci şıkkı takviye eden vesikalar daha
fazladır. Bu hadisler arasında çelişki bulunmadığını belirtmek için, Fatih
Sultan Mehmed'in hocalarından âlim Hızır Bey, Akait Manzumesi (Beyit 56'da)'nde
şöyle demektedir:
"Mi'raç, birkaç defa vuku bulmuştur. Âlimlere göre, bu tekrar sebebiyle,
hadisler arasındaki tearuz ortadan kalkar."
Yani Peygamberimizin miracı bir kere değildir. Ruhani olarak, nice kereler vaki
olmuştur. Cismani olarak ise bir kere vuku bulmuştur ki, İsra suresindeki ayetin
delalet ettiği mi'raç budur. Böylece hadisler arasındaki ihtilaf bertaraf olmuş
olur.
I) Mİ'RACIN SÜBUT DELİLLERİ
Mi'racın vukuunu gösteren deliller hususunda Hızır Bey (55. beyitte),
şöyle demektedir:
"Peygamberin Miracının, bedeni ile ve uyanıkken olduğu keyfiyeti ayetle, meşhur
hadis ve haber-i ehad ile sabittir."
Meşhur âlim Aliyyü'l Kaari bu hususta şöıle demektedir:
"Mi'racın Mekke'den Mescid-i Aksa'ya kadarki kısmı kitapla sabittir. Bunu inkâr
eden kâfir olur. Mescid-i Aksa'dan semaya kadarki kısmı meşhur hadislerle
sabittir. Bunu inkâr eden kimse bidatçi olur. Semadan Cennete, Arşa ve Maverayı
Aleme çıkış ise haber-i ehad ile sabittir. Bunu inkâr eden ise hata etmiş olur."
(Aliyyü'l Kari, şerh-i Emali/20)
Allâme-i Sâni Saadettin Teftezani ise şöyle demektedir:
"Resulüllahın Miracı, uyanık halinde ve bedeni ile olmuştur. Mescid-i Haram'dan
Mescid-i Aksa'ya kadar olan kısmı kitapla sabittir. Delili kesindir. Semaya
kadar Mi'raç ise, meşhurdur. Semadan arşa ve diğer yerlere gitmesi ise, haber-i
ehad ile sabittir." (Teftezani, 174)
AKAİTLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
A) İMAN VE AMEL YÖNÜNDEN MÜMİNLER
Müminler imanda, tevhidde eşittirler. Bu
eşitlik, iman edilecek şeyler itibariyledir. Küfür ile iman, körlük ile görmek
gibidir. Hiç şüphesiz gözleri görenler, görmenin kuvveti ve zayıflığı bakımından
farklıdırlar. Kimi kalın bir çizgiyi görür, ince bir çizgiyi görmez. Kimi yakını
iyi görür uzağı göremez. Kimi de uzağı iyi görür, yakını göremez. Bunlar görme
kuvvetinde farklı iseler de hepsi de görmektedir.
Bir kimsenin, benim imanım Peygamberlerin imanı gibidir, demesi caiz değildir.
Yine, benim imanım Ebubekir ve Ömer (r.a)nın imanı gibidir, demek uygun
deşildir. Kelime-i Tevhidin bir kalpteki nurunu ancak Allah (c.c.) bilir. Kimi
kalpteki nuru, güneş gibidir. Kimi kalpte ay, kimi kalpte yıldız, kimi kalpte
bir meşale gibidir. İman kuvveti, zahiri ameli kuvvete, batini ilmi kuvvete
şamildir. Bu şekilde bu nurun etkisi, dünyada ameller ve ilim üzerinde; ahirette
de ahiret halleri üzerinde görülür. Bu kelimenin nuru ve mertebesi arttıkça,
şüpheleri ve şehvetleri kuvvetinında yok eder; belki de öyle bir noktaya getirir
ki rastladığı her şüpheyi, şehveti, günahı yakar, imha eder.
Amelde üstünlük olabilir. Müslümanlar aynı şeylere inandıkları halde, yaptıkları
ameller birisinde az, diğerinde yarım, bir diğerinde daha çoktur. Biri
namazlarını kılar ama zekâtını vermede kusurludur. Diğeri namaz, zekât, hac
diğer yükümlülükleri de yapar. Bir başkası emredilenleri yapar; ama yasak olduğu
halde faizi de almaktan kurtulamaz. İşte bunlar, hepsi mümin olma noktasında
eşit, amel bakımından farklıdırlar.
B) İMAN ARTMAZ VE EKSİLMEZ
İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın noksanlaşması ancak küfrün artması
ile; imanın artması da ancak küfrün noksanlaşması ile birlikte düşünülebilir.
Bir şahsın, aynı anda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Bu
görüş, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür.
Yine "el - Fıkhu'l - Ekber" adlı kitabında şöyle diyor: "Gök ve yer ehlinin
imanı artıp eksilmez. Bütün müminler, imanda ve tevhidde derece bakımından eşit
olup, amel bakımından birbirlerinden üstün olabilirler."
Şöyle bir soru sorulabilir: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde şöyle
buyuruyor:"İmanlarını artırsınlar için..." (el-Feth / 4) Bu ve benzeri ayetler
yanında Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:"İman, yetmiş küsur şubedir. En
üstünü, "Lailâhe illallah" demek, en aşağısı da yolda eziyet veren şeyleri
kaldırıp atmaktır. Utanmak da imandan bir şubedir." (Müslim, İman)
Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Bu ayet ve hadislerin hükmü, sahabe
hakkında geçerlidir. Çünkü Kur'an, o devirde zaman içersinde ayet ayet iniyor,
onlar da her inen ayete iman ediyorlardı. Bu da onların ilk durumlarına göre
imanlarını arttırmış oluyordu. Bunlar bizim hakkımızda ise geçerli değildir.
Çünkü vahiy kesilmiştir.
C) AMEL İMANDAN BİR PARÇA MIDIR?
Amel imandan bir parça değildir. Eğer amel imandan bir parça olsaydı,
amellerinde eksiği olan insanların imanlarının eksik olması gerekirdi. Oysa
iman, bir parçadır, bölünmez, parçalanmaz; aynı zamanda artmaz.
Zira bazı Müslümanlar, beş vakit namazını kılarken cumaları ara sıra terk eder.
Bazısı orucu terk eder. Bazısı zekâtı terk eder. Bunların amellerinde eksiklik
vardır; ama amellerindeki eksiklikten dolayı imanlarında eksiklik yoktur.
İnanılacak şeyler bir bütündür, birine inanmamak hepsine inanmamak gibidir
insanı imandan çıkarır. Bu bakımdan iman eksilme ve artma kabul etmez. İmanın
eksilmesi küfrün artması da olmaz. İman ile küfür bir kalpte toplanmaz.
D) AMELLERDE RİYA
Amellere riya karıştığı zaman, bu riya, o amelin Allah katındaki
sevabını yok eder.
Ucub (kendini büyük görmek, ululamak) da amellerin sevabını yok eder.
"Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak, eziyet etmek suretiyle (malını
insanlara gösterişte bulunmak için harcayanlarda olduğu gibi) iptal etmeyin."
(Bakara/264)Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyuruyor:"Allah Tealâ, içinde zerre kadar riya bulunan bir ameli kabul etmez."
(Müslim)
İmam-ı Azam (r.a) sevabının yok olacağını söylemiş; ama amellerin iptal
edileceğini söylememiştir. Bu ifade ile amellerdeki seva mükâfatın önemine
işaret etmişlerdir.
Ucub (ululanmak) da böyledir. Her hangi bir amele ucub karıştığı zaman, onun
Allah katındaki mükâfatını ve amelini riyada olduğu gibi iptal eder. Çünkü ucub
yapan kimse, Allah'ın azabından emin olur; iman ve amellerinin yok olmasından
emin olup korkmaz. Allah'ın azabından emin olmaksa küfürdür.
E) İNANILACAK ŞEYLERDE PROBLEMLE KARŞILAŞAN KİMSE NE
YAPAR?
İnsan, tevhit ilminin inceliklerinden herhangi bir şey üzerinde güçlük
ile karşılaşınca o zaman, sorup öğreneceği bir âlim kişiyi bulana kadar Allah
katında doğrusu hangisi ise ona inanması gerekir. Yani "Allah katında doğrusu
hangisi ise ona inanıyorum" demesi gerekir. Fakat böyle bir âlim arayıp bulma
işini tehir etmesi caiz değildir. Çünkü bu mesele kişinin bilmesi farz olan
meseledir. Bu da iman ve imanın yok olması bilgisidir. Bu konuda, durup
beklemekten dolayı özürlü kabul edilmez. Eşer şüpheye düşerek sormaz da
beklerse, o taktirde kâfir olur. Zira beklemek, inanılması gerekli bir meseleyi
tasdik etmeye engeldir. "Allah'a inandım, inanılması gerekli olan şeylere de
inandım" derse, bu söz ile, icmali (kısa) iman gerçekleşmiş olur.
F) RU'YETULLAH (ALLAH'I GÖRMEK)
Allah Tealâ ahirette görülecektir. Müminler, Allah'ı cennette baş gözü
ile keyfiyetsiz, bir şeye benzem, arada bir mesafe bulunmadan göreceklerdir.
Müminler, cennette oldukları halde Allah'ı göreceklerdir. Bu konu ile ilgili
olarak Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Cennet ehli cennete girdiği zaman Allah Tealâ: "Bir şey istiyor musunuz? Size
nimetlerimi artırayım." buyuracak. Cennet ehli de: "Yüzlerimizi beyaz kılmadın
mı, bizi cennete koymadın mı?" diyecekler. Allah Tealâ da: "Evet" buyuracak.
Bundan sonra, Allah ile aralarındaki perde açılacak, müminler Allah'ın yüzüne
bakacaklar. Cennet ehline, Rablerine bakmadan daha büyük bir nimet
verilmemiştir. Bundan sonra Rasülullah (s.a.v.):
"İyilik yapanlara, daima yaptıklarının daha iyisi azlası verilir." (Yunus / 26)
ayetini okumuştur." (Müslim, K. İman)
Bu konuda Kur'an'dan delilimiz şu ayettir:"O günde yüzler, parlak olduğu halde
Rabbine bakacaktır." (Kıyame / 22)
Allah'a yakınlık ve uzaklık keyfiyetsizdir.
Allah'a uzaklık ve yakınlık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki
keramet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah'a itaat eden kişi
keyfiyetsiz olarak ona yakın, isyan eden kişi de yine keyfiyetsiz olarak ondan
uzaklaşır.
Mesafe yönünden uzaklık veya yakınlık, varlığı kendinden olmayan ve bir yer ve
yönde yerleşmiş olan yaratıklar hakkında düşünülebilir. Allah Tealâ ise
mekândan, mekâna yerleşmekten ve bir yönde bulunmaktan münezzehtir.
Allah Tealâ'ya yakınlık ve uzaklıktan kasıt şudur: Kulun Allah'a yakın olması,
kendi üstünlüğü, iyilik ve üstünlüğünün eseridir. Bunun gibi Allah'tan uzak
olması, kendi zilleti, önemsizliği ve noksanlığındandır.
G) BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN DİNDEN ÇIKMAZ
Allah'a karşı büyük günah işleyen kimse, kâfir olmaz. Kul, işlediği
günahla Allah itaatten çıkmış, isyan etmiştir. Ancak, imandan çıkmamıştır. Zira
iman, ikrar ve tasdikten ibarettir. İkrar ve tasdik ise bakidir. Dolayısıyla
iman devam eder. Ancak işlenen günah, küfrü gerektiriyorsa, o taktirde iman yok
olabilir. Çünkü küfür imanı yok edicidir.
Günahkâr kullar eğer iman ile gitmişlerse, cehennemde günahları kadar
yanacaklar; sonra da imanları sebebiyle cennete gireceklerdir.
O bakımdan bazı haramları işleyen din kardeşlerimizi hor görmemeli, onlara
dinden çıkmış gözüyle bakmamalıyız. Bir din kardeşi olarak onların da o günah
bataklığından kurtulmaları için yardım etmeliyiz.
H) TEVBE VE ŞARTLARI
Tevbenin kabulü, günahkârın cezasını düşürmek; aklen Allah Tealânın
yapması gereken vacip bir vazife değildir. Bu, bilâkis onun merhametindendir,
lütfundandır. Kabulü konusunda ise, kabul edileceği umulur; muhakkak kabul
olunur denilemez. Bu konuda "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder" (Tevbe/15)
mealindeki ayet bize bunu anlatmaktadır.
Buna bir örnek, Peygamberimizle savaşa katılmayan kişiler samimi olarak tevbe
etmişlerdi; fakat tevbeler hemen kabul edilmedi. Peygamber (s.a.v.)in onların
kalplerinde olanı bilmediği ve Allah (c.c.)nun onlar hakkındaki hükümde
bağımsızlığına saygılı olmasından dolayı onlar hakkında kendi başına bir hüküm
vermedi. Allah'tan hüküm gelmesini bekledi. Allah (c.c)nun bu hükmü açıklamayı
geciktirmiş olması, onları bir daha böyle bir işe dönmekten menetmek için olsa
gerektir.
Küfürden dolayı yapılan tevbeböyle değildir. Bu tür tevbeler kesinlikle kabul
edilir. Sahabe ve selef alimleri bunu söylüyorlar.
Ehl-i Sünnet âlimleri, tevbe edenin tevbesinin kabulünün kesin olmadığını
söylemeleri şundandır: Tevbe, şartlarına uygun yapıldığı konusunda kesin bir
bilginin bulunmadığından dolayıdır. Zira şartları tam olmayan tevbeler çoktur.
Kur'an-ı Kerim'de "İnsanlardan bir kısmı inanmadıkları halde Allah'a ve ahiret
gününe inandık, derler." (Bakara/8)
Yine, "Allah tevbeleri kabul eder ve sadakaları (zekât ve öşür) alır" (şura/25)
Allah Tealanın verdiği haber hak ve doğrudur. Bunu inkâr etmek küfürdür.
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuşlardır: "Günahlarından tevbe eden günahsız
gibidir." (Ibn-i Mace)
İşlediği büyük günahlardan birine tevbe etse, tevbesi kabul edilir. Tevbe ettiği
günahlardan ötürü azab edilmez.
Büyük günahlardan tevbe etmek, küçük günahlardan tevbe etme ıerine geçmez. Ehl-i
Sünnette göre, büyük günahlardan tevbe eden küşinin küçük günahlardan azab
edilmesi caizdir.
Haricilere göre ise, tevbesiz öldüğü taktirde Allah'a karşı isyan eden kişi, bu
isyanı ister küçük olsun ister büyük olsun, kâfirdir. Cehennemde devamlı
kalacaktır.
Mutezileye göre, işlediği günah büyük ise imandan çıkar; ama küfre girmez. Ancak
böyle bir günahkâr, cehennemde devamlı kalacaktır. Büyük günahlardan kaçınmışsa,
işlediği günah küçükse bundan ötürü müminin azab edilmesi caiz değildir. Eğer
küçüklerle beraber, büyük günahları da işlemişse, o taktirde küçükler de
affedilmez.
Onların bütün bu görüşlerine cevap olarak şu ayet-i kerime vardır: "Allah
şirkten başka bütün günahları dilediği kimseler için mağfiret eder." (Nisa/48)
Bu ayette, Allah Tealânın bazı günahkârların günahlarını tevbesiz olarak
affedeceği işareti vardır.
Tevbenin şartları:
1- İşlediği günaha son vermek,
2- İşlediğine pişman olmak,
3- Artık o günaha dönmemeye azmetmek,
Eğer işlediği günah Allah'la kul arasında ise bu üç şart aranır. İşlediği günah
kul hakkı ile ilgili ise şu şart da vardır:
4- Kul hakkından kurtulmak.
I) SAHABENİN FAZİLET SIRALAMASI
Peygamber (s.a.v)in ashabının en faziletlileri hulefa-i raşidindir.
Onların da fazileti hilâfet sıralarına göredir. Sonra da cennetle müjdelenmiş on
sahabenin diğerleri, sonra Bedir ashabı, Uhud ashabı, Hudeybiıede Bey'atü'
ridvan ashabı ve diğer sahabeler fazilette dereceye girerler.
J) SİHİR VE NAZAR
Sihir ve nazar haktır, vardır. Peygamber (s.a.v): "Nazar haktır" (Ebu
Davud, Ibn-i Mace) buyurmuşlardır. Bir başka rivayette "Nazarın insanı mezara,
deveyi de tencereye dolduracağı" ifade edilmiştir. Bir başka rivayette "Sihrin
de hak olduğu" ifade edilmiştir. Falak suresinde de sihrin şerrinden Allah'a
sığınmak gereği üzerinde durulur.
İmam-ı Maturidi, sihrin her çeşidinin küfür olmadığını belirtmiştir. Eğer
inanılması gereken şeylerden bir şey inkâr ediliyorsa, küfürdür; inkâr eiyorsa
küfür değildir. Eğer bir kişinin helâki, hastalanması, karı kocayı ayırma gibi
büyüler küfür değildir. Ancak büyük günahtır.
Sihir yapan, kadın erkek büyücünün hükmü öldürülmektir. Çünkü bunlar fesat ve
kötülük için çalışmaktadırlar. Küfür olan sihri yapan büyücülerdense sadece
erkek olan katledilir, kadın katledilmez.
K) LEVH-İ MAHFUZDAKİ YAZI DEĞİŞİR Mİ?
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Allah dilediğini siler, dilediğini de
sabit kılar. Kitabın anası onun katındadır." (Ra'd) buyurarak günah işleyip de
tevbe edenlerin günahını bağışlayacağını, tevbeyi ise sabit kılacağını ifade
etmişlerdir.
Levh-i mahfuzda yazılanlar kulun sıfatıdır. Kul için bir halden diğer bir hale
geçmek mümkündür. Bu sebeple kulun sıfatı değişir. Fakat Allah'ın kaza ve kaderi
asla değişmez. Çünkü kaza hükmedenin sıfatıdır. Hükmedilen şey ise Levh-i
mahfuzda yazılı bulunan şeydir.
Eş'ariler, Levh-i mahfuzda bulunan yazının değişmeyeceği görüşündedirler.
L) ALLAH ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR
Kerramiye ve Müşebbihe taifesi, "Allah Tealâ, mekân yönünden Arş üzerinde
yükselmiştir;ın ise yerleştiği bir karargâhı vardır, derler. Bunlar Allah
Tealâyı inmek, binmek, gitmek ve gelmekle vasıflandırırlar.O bir cisimdir; fakat
diğer cisimler gibi değildir." derler. Allah onların bu söylediklerinden
beridir. Onlar, şu ayeti delil getirirler:
"Allah, Arşın üzerine istiva etmiştir." (Taha/5)
Ancak biz, şöyle diyoruz: Arş yok idi, o Allah'ın yaratması ile var oldu. O, ya
Allah'ın büyüklüğünü göstermek için yaratıldı veya oturmak için. Üzerinde
oturmak için yaratılmıştır demek caiz değildir. Çünkü, bir mahluka muhtaç olan
varlık, yaratıcı olamaz. Bu ihtimal çürütülünce sıra gelir ikinci ihtimale. Bu
ihtimal de Arşın üzerinde yükselmesinin yarattıkları üzerine büyüklük ve
hükümranlığıdır. Allah'ın ise buna ihtiyacı yoktur.
Sonra, istivanın manası, idare ve hükümranlık yönünden yükselmektir. Zira her
şey Arşın hükmü ve kudreti altındadır. Arş da Allah'ın kudret ve hükmü
altındadır. Bu mesele, "Falanca, tahtın üzerine çıkıp ayaklarını uzattı." sözü
gibi olur. Bu sözden, idare ve hükümranlığın o kimseye ait olduğunu ve bu
işlerde kendisi ile çekişecek kimsenin bulunmadığını kastederler.
Nitekim bu manayı te'yid etmek için Allah Tealâ bir başka âyette şöyle
buyuruyor:
"Rabbınız öyle bir Allah'tır ki, gökleri ve yeri yedi günde yarattı. Sonra Arş
üzerine çıktı ve işleri oradan idare ediyor." (Yunus/3)
M) MÜTEŞABİH AYETLER TEVİL EDİLMEDEN KABUL EDİLİR
Kur'anda zikredildiği üzere Allah Tealânın eli, yüzü ve nefsi vardır.
Allah Tealâ bu konularda şöyle buyuruyor:
"Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth/10)
"Sadece Rabbinin yüzü bakidir." (Rahman/27);
İsa (a.s.)dan hikâyeten:
"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem."
(Maide/116)
Allah'ın, kitabında zikrettiği bu sıfatlar, keyfiyetsiz sıfatlar olup, aslı
bilinmekte, fakat vasfı bilinmemektedir. Bilinen asıl, teşabüh ve vasfını
anlamaktan aciz olmak sebebiyle batıl olmaz. Bu konuda Imam-ı Ahmed b. Hanbel'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sıfatların keyfiyeti meçhul olup, onların
nasıl olduklarından bahsetmek ise bid'attir."
Yukarıda zikredilen sıfatları, elden maksat, Allah'ın kudreti, yahut nimeti
tarzında te'vil etmek, Allah'ın sıfatlarını iptal etmektir. Allah'ın sıfatlarını
iptal etmek ise Mu'tezile ve Kaderiye taifesinin görüşüdür. Lâkin Allah'ın eli,
keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da keyfiyetsiz olarak
Allah'ın sıfatlarıdır. Yani bunların nasıl olduğunu biz bilemeyiz; ancak Allah
kendisi bilir.
Nasslarda yer alan el, yüz, istiva... gibi sözcükler tevil edilemez. Çünkü
Cenabı Allah bu kelimeleri özellikle kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet,
görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah el
kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kastetmiştir. Bu
sıfatlar, Allah hakkında müteşabih sıfatlardır. Cumhur-u Selefin görüşü budur.
Onlar ayetlerde kesin bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların müteşabih olan
keyfiyeti konusunda sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla
meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu
şekilde vasıflandırmaktadır:
"İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için
Kur'an'ın müteşabih âyetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabihin te'vilini yalnız
Allah bilir. Derin ilme sahip olanlar ise: Biz ona inandık; açık ve kapalı bütün
ayetler Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice
düşünür" (Al-i Imran/7)
KÜFRÜ GEREKTİREN ŞEYLER
A) İMAN VE KÜFÜR
İman ve küfür birbirinin zıddı iki
kavramdır. İman, inanmak, tasdik etmek, kabul etmek anlamına gelirken; küfür,
inkâr etmek, kabul etmemek anlamına gelir. İman, "Kelime-i şahadet" denilen
birkaç kelimeyi kabul ederek söylemekle olduğu gibi, küfür de imana ters düşecek,
inkâr sayılacak bir inanışa sahip olmak, bu manada bir söz söylemek veya bu
anlamda bir davranışta bulunmakla olur. Diğer bir ifadeyle küfür, imanı bir
çırpıda sıfırlayan, yok eden bir kavramdır.
Bu bakımdan her Müslüman, imanını zedeleyecek, tehlikeye düşürecek hatta bozacak
inanış, söz ve davranışlardan kendini korumalıdır. İmansız amelin de bir kıymeti
olmaz. Zira iman, amellerin geçerlilik damgasıdır. İman olmayınca ömür boyu
yapılan bütün iyi ameller geçersiz kalır. İmansız olarak ahirete giden kişi
ebediyen cehennemde kalır. O yüzden her mümin, ömrünün sonuna kadar imanını
muhafaza etmeli ve ahirete iman ile gitmek için çabalamalıdır.Bunu yapabilmek
için de imanı bozabilecek şeyleri iyi bilmek gerekir. Kişi zararlı şeyleri
bilirse korunabilir. Bilinmeyen zararlardan korunmak mümkün olmaz.
Küfrü gerektiren şeyleri üç başlık altında topladık. Bunlar İslâm âlimleri
arasında ittifakla kabul edilmiş şeyler değildir. Kuvvetli görüşler esas
alınarak derlenmeye çalışılmış, kaynaklar belirtilmiştir. Ancak imanı ve ameli
bir anda yok etme tehlikesi olan bu şeylerden kaçınmak en akıllıca bir davranış
olacaktır.
Küfrü gerektiren şeyleri içinden geçirmek küfür değildir. Bunlar şeytanın
hatırlatmaları, çaba ve gayretleridir(Vesvese). Bu hilelere aldanmamak için
dikkatli olmak gerekir.
Bir kimse bilmeyerek küfrü gerektirecek bir söz söylese, tercih edilen görüşe
göre küfre girmez. Bilmediğinden dolayı mazurdur.
Küfür, tekfir konusunda akait kitaplarında "Ehl-i kıble tekfir edilemez" sözü
geçer. Kişi kıbleye yöneldiği ve namaz kıldığı için elbette tekfir edilemez.
Ancak küfrü gerektiren inanış, söz ve davranışlar sebebiyle kendi kendini küfre
götürmüş olur.
B) KÜFRÜ GEREKTİREN İNANIŞLAR
Nassları reddetmek, inanmamak küfürdür. İman bir bütündür. İnanılacak
şeylerden birini inkâr, tamamını inkâr olur.
İster büyük, ister küçük olsun, haramı helâl saymak, küfürdür. Meselâ faizi
helâl saymak, onu kendi alın terinin karşılığı görme gibi bahanelerle zararsız
kabul etmek, küfürdür.
Allah Tealânın rahmetinden ümidi kesmek, küfürdür. Cenab-ı Hak bu hususta şöyle
buyurmuştur: "...Hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmez." (Yusuf / 87),
Allah'ın azabından emin olmak, küfürdür. Zira Allah Tealâ buyurmaktadır ki: "...Allah'ın
tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldular.
Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden
emin olmaz." (A'raf / 99),
Gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhinin, falcının sözlerini tasdik etmek
inanmak, küfürdür. Gelecekte ne olacağını bilmek ancak Allah'a mahsustur. Bazı
insanlar cinlerden haber alarak gelecekte nelerin olacağını, kişilerin başına
nelerin geleceğini bildiklerini iddia ederler. Yüce Allah Kur'an-ı Kerimde şöyle
buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez..." (Neml
/ 65) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Kim, bir kâhine gelir ve
onun söylediklerini tasdik ederse; Allah'ın (c.c.), Hz. Muhammet (s.a.v.)e
indirmiş olduklarını inkâr ile küfre girmiş olur." (Müslim, Ebu Davud)
C) KÜFRÜ GEREKTİREN SÖZLER
1-Kitap ve sünneti zahirlerinden vazgeçip batın ehlinin iddia ettiği
batini manalara sapmak. Kur'an ve sünnetin manası gizlidir bunu ancak üstat
bilir, demek gibi. (Nesefi Akaiti /211)
2-Şeriatla, dinle alay etmek, sövmek, küfürdür. Çünkü bu hal, onun inanmadığını
gösterir. (a.g.e. /211)
3-Fıkıh, tefsir, hadis, akait gibi ilimlerle alay etmek, küfürdür.
4-İslâm alimlerine hakaret etmek, alay etmek, küfürdür. (Mecmau'l Enhur, 1/703)
5-Cebrail, Aliye gidecekken yanlışlıkla vahyi Muhammet (s.a.v)e götürdü
demek,Rafizilerin dediği gibi.
6-Ashaptan veya diğer müminlerden birine küfür isnat etmek. O h elde kesin bilgi
ve belge olmadıkça müminler bu gibi sözlerden kaçınmalıdırlar.
7-Peygambere sövmek, (Bezzaziye)
8-Müslüman'ı gayr-i Müslime benzetmek. Kelime-i şahadet getiren her insan
müslümandır. Günahından dolayı bir müslümanı, Yahudi veya Hıristiyan'a benzetmek
asla doğru değildir.
9-"Kur'anın her dediğini yapacak olursak ekmek yiyemeyiz" demek. Bu söz,
itikadsızlığın ve Allah'a güvensizliğin açık bir ifadesidir. Kur'an'ın bir
kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemektir.
10-Bir müslümana kâfir demek. Bunu sövmek amacıyla söylüyorsa, büyük günah
işlemiş olur. Yok eğer o kişinin kâfir olduğuna inanarak söyüyorsa, kendisi
kâfir olur.
11-Hac, oruç gibi ibadetleri beğenmemek,
12-Namaz ibadetini çoğumsamak,
13-Harama besmele çekmek. İçki içerken, zina ederken besmele çekmek gibi.
14-Allah kelâmına (Kur'ana) mahluk demek, küfürdür.
D) KÜFRÜ GEREKTİREN DAVRANIŞLAR
1- Abdestsiz namaz kılmak,
2- Kıbleden başka bir yere yönelerek namaz kılmak, (Şerh-i Fıkhı Ekber, Aliyyü'l
Kaari)
3- Gayr-i Müslimlerin bayramlarını kutlamak, o günde yaptıkları yemeği pişirmek,
(Mec. Enhur, 1/706)
4- Küfrü gerektiren söze gülmek, Söyleyen kimse çok komikse veya güldürücü bir
biçimde söylenmişse, küfür değil günahtır. O bakımdan tevbe edilmelidir. Dinde
küfre rıza küfürdür, kaidesi vardır.
5- Gayr-i Müslimlerin dini alâmetleri sayılan şeyleri giymek, din adamlarının
giysilerini, şapkalarını giymek, haç takmak, zünnar takmak gibi. (Bezzaziye
6/332)
E) ELFAZ-I KÜFRÜ SÖYLEYENİN HÜKMÜ
Küfrü gerektiren sözler ittifakla küfrü gerektiriyorsa, yapılan bütün
ameller boşa gider. Tevbe eder Kelime-i şahadet getirerek Islâma dönerse haccını
iade eder, nikâhını tazeler.
Küfrü gerektiren söz ihtilâflı ise; o söylediğinden dönerek ihtiyaten tevbe
etmek ve nikâh tazelemekle emrolunur.
Küfrü gerektiren söz hata ile söylenmişse, küfrü gerektirmez. Onu hata ile
söyleyen mümindir. Nikâh tazelemesi gerekmez; ancak istiğfar ederek o sözden
dönmesi gerekir.
Buraya kadar nikâhın tazelenmesi konusunda söylediklerimiz, erkek küfür söz
söylediği zamandır. Küfrü gerektiren sözü, zevce söylemişse; nikâhın bozulması
konusunda ihtilâf vardır. Buhara alimlerinin çoğu, nikâhın bozulacağını ve
erkeğin velev bir dinar karşılığında da olsa nikâhı yenilemeye mecbur
edileceğini söylemişlerdir.
Bu sözleri şaka veya oyun yaparak söylerse; bütün alimlerce küfürdür. Hata ile
veya zorlanarak söylerse; bütün alimlerce küfür değildir. Bilerek ve kasten
söylemişse; bütün alimlerce küfürdür.
İsteyerek söyler; ama küfür olduğunu bilmezse, bu konuda ihtilâf vardır. Birinci
görüş, mümkün olduğunca müslümanın küfrüne hükmolunmaz, sözü iyiye yorumlanır.
İkinci görüş, eğer söylediği sözün küfür olduğuna inanmıyor veya küfür olduğunu
bilmiyorsa ve bunu isteyerek söylemişse, bütün alimlerce küfre girer, bilmemek
mazeret değildir. (Mecmau'l - Enhur, 1/688) Küfür sözler kişinin amellerini bir
anda yok edecek kadar tehlikelidir.