İMANIN
ŞARTLARI
6.ŞART: KADER, KAZA VE İRADE
Kader, kazâ ve irâde, Ehl-i Sünnetin inanç
esasları
içerisinde üç temel kavramdır.
Mâlumdur ki, Allah Teâlâdan başka bir yaratıcı
yoktur. Kâinatte meydana gelen ve gelecek olan her şey, mutlaka Onun ilmi (bilmesi),
irâdesi (dilemesi) ve yaratmasıyla
vücûda gelir.
Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde vücûda gelmesini Allah Teâlânın
ezelde dilemiş olmasına
kader adı
verilir ve kadere inanmak da imanın
şartlarından
altıncısıdır.
Allah Teâlânın
dilemiş olduğu
herhangi bir şeyi, zamanı
gelince meydana getirmesine de kazâ denilir.
Bir başka ifadeyle kader, Allâhü zül-Celâlin her şeyi bilmesi ve yazması...
Tâbir caizse, kâinatın
plan ve projesi. Yani olmuşlar, olanlar, olacaklar... Bütün bunlar, kader
defterinde mevcut. Bunların
başa gelmesi, kaderdeki bir hükmün infâzı,
yerine getirilmesi de kazâdır.
İrâde ise, insandaki seçme
kuvveti, önündeki şıklardan
birisini tercih edebilme hürriyetidir. Meselâ hepimizin ne zaman, nerede, ne
yapacağımız
yazılmıştır.
Şu okumakta olduğumuz
yazıyı
okuyacağımız,
kaderimizde vardır.
Okuduğumuz
zaman da bu hüküm infaz edildi ve kazâ oldu demektir. Okumak veya okumamak
hususunda düşündükten sonra, okumaya karar verdik ki, bu da irâdemizi gösterir.
Peki bu durumda, Nasıl
olsa Allah Teâlâ olacakları
biliyor; kaderde yazılan
kazâ olacak, elden ne gelir? deyip, mesûliyet ve mükellefiyetten kurtulabilir
miyiz? Aslâ! Zira Cenâb-ı
Hak kaderi takdir ederken, insanın
neyi tercih edeceğini
elbette ki biliyor. Bilmek ise, zorla-cebren yaptırmak
demek değildir.
Meselâ mesleğinde
çok mâhir bir kameraman düşünelim: Muhal farz, diyelim ki bu adam, bizim
gelecekteki on günlük hayatımızı
gizlice filme aldı.
Yani, on günlük hayatımızı
önceden bildi. On birinci gün filmi bize gösterdi.
İşlediğimiz
hataları,
günahları,
suçları
seyrettik. Bu durumda kameramana dönüp, Sen bizim on günlük geleceğimizi
bilmesen, görüntülemesen biz filmdeki suçları
işlemezdik diyebilir miyiz?
Türkçemizde Teşbihte hata olmaz, hatasız
da teşbih olmaz diye bir tâbirimiz vardır.
Yani, kıyaslama
ve benzetme yoluyla bazı
şeyleri açıklığa
kavuşturmakta hata olmaz; ama bu usûlün hatasız-kusursuz
yapılanı
da pek bulunmaz demek. Biz de bu tâbirimize dayanarak şöyle bir teşbihte
bulunabilir ve deriz ki:
Allah Teâlâ, bizim, ömrümüz boyunca yapacaklarımızı,
gûya ezel kamerasıyla
Levh-i Mahfûz denilen kasete almış.
Ancak bu tesbit bizim hareketlerimize aslâ tesir etmiyor, bizi zorlamıyor;
yaptığımız
her şeyi kendi hür irâdemizle işliyoruz.
Kazâ ve kaderin sırları
İmâm-ı
Rabbânî (k.s.), Mevlânâ Bedreddîne yazdığı
mektuplarında,
kazâ ve kaderin sırlarına
dair dikkat çekici şu bilgileri vermektedir:
Allah Teâlâ, kazâ ve kaderin sırlarını
(incelik ve gizliliklerini) kullarından
havâs zümresine (seçkin kullarına)
açtı,
bildirdi. (Ancak sebep ve hikmetleri kavrayamayıp)
doğru
ve orta yoldan sapmaları
mümkün olduğu
için, avamdan (halktan) da bunu gizledi.
... Kazâ ve kader mevzuu, insanı
hayrete düşüren, şaşırtan
durumların
çokça bulunduğu
meselelerdendir. Bunları
gören kimselerin pek çoğunda,
bozuk düşünce ve hayâller ağır
basar.
... Diğer
hususlarda olduğu
gibi, kazâ ve kader inancında
da orta yolu tutan topluluk, Ehl-i Sünnet câimasıdır.
En doğru
ve en sağlam
yol da, onların
tuttutkları
yoldur; kurtuluş yolunu bulmaya onlar muvaffak olmuşlardır.
Allah onlardan da, onlardan öncekilerden (seleflerinden)
de, onlardan sonra gelenlerden (haleflerinden) de râzi olsun. Bunlar ne ifrâta,
ne de tefrîte sapmışlar
(aşırılıklardan
uzak, mutedil olanı)
orta yolu seçmişlerdir.(1)
İki
türlü kazâ vardır
Gene
İmâm-ı
Rabbânî (k.s.) hazretleri anlatıyor:
Kazâ iki kısma
ayrılır:
a) Kazâ-i muallak: Askıda
olup, değişmesi
mümkün olan kazâ.
b) Kazâ-i mübrem: Kesinleşmiş, değişmesi
ve kaçınılması
imkânsız
olan kazâ.
Tebdil ve tağyir
ihtimali yani değişme,
başka bir hâl alma durumu, ancak muallak olan kazâdadır.
[Allâhın
ezelî hükmünün yerine gelmesi, takdirinin olması,
bir başka ifadeyle, kaderin fiilen ortaya çıkması
demek olan kazâda değişiklik,
sadece kazâ-i muallaktadır,
mübrem olanda değil.]
Kazâ-i mübremde tebdilin de tağyirin
de yeri yoktur; değişmesinin,
bozulmasının
imkân ve ihtimâli olamaz.
Noksan sıfatlardan
uzak kemâl sıfatlarla
muttasıf
olan Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
Benim katımda
söz değiştirilmez
ve ben kullarıma
asla zulmedici değilim.(2)
Bu âyet-i kerimedeki (değişmeyeceği
belirtilen) kazâ, kazâ-i mübremdir.
Kazâ-i muallak için de şöyle buyrulmuştur:
Allah dilediğini
siler, (dilediğini
de) sabit bırakır.
Bütün kitapların
aslı
onun yanındadır.(3)
Hazret-i Şeyhim (Muhammed Bâkibillah k.s.), şöyle dedi:
Seyyid Muhyiddîn Abdülkadir Geylâni (k.s.) hazretleri, bazı
risâlelerinde yazmıştır
ki, Hiç kimsenin mübrem olan kazâyı
değiştirmeye
gücü yetmez; ancak benim için müstesnadır,
yani ben değiştirebilirim.
Çünkü ben, onda istediğim
gibi tasarruf edebilirim.
Şeyhim, bu sözden dolayı
çoğu
zaman hayretini ifade eder ve böyle bir tasarrufu (kul için) uzak görürdü. Allah
Teâlâ beni, bazı
dostlara yönelen belâların
define çalıştığım
sırada,
bu büyük devletle (meseleyi öğrenme
nimeti ile) şereflendirinceye kadar, uzun müddet, Şeyhimin, Abdülkadir
Geylâniden naklettiği
bu söz, şu Fakîrin zihnini de meşgul etti.
İşte
o zaman beni, (Rabbime kâmil mânâda) bir sığınma,
yalvarıp
yakarma, tam bir huşu hâli kapladı
ve bu esnada şu mânâ hâsıl
oldu:
Bu kazâ, bir başka emirle Levh-i Mahfuzda muallak olmaktan çıkmıştır;
hiçbir şarta bağlı
değildir.
Bunun üzerine bende bir nevi ümitsizlik ve mahrûmiyet hâli hâsıl
oldu. O zaman Seyyid Abdülkadir Geylâninin (k.s.) sözü tekrar hatırıma
geldi. Ve ikinci defa Allah Teâlâya iltica ettim. Acz ve inkisâr ile o yüce
Zata yöneldim. Bu defa Cenâb-ı
Hak, bana şu mânâyı
açtı:
Kazâ-i muallak iki çeşittir:
Birincisi öyle bir kazâ ki, onunla alâkalı
olan hususlar Levh-i Mahfûza konmuş ve melekler de ona muttali kılınıp
haberdâr edilmişlerdir.
İkincisi
de yine öyle bir kazâdır
ki, bununla alâkalı
olan meseleler sadece Cenâb-ı
Hakkın
nezdindedir. Ve bu kısım,
Levh-i Mahfûzda kazâ-i mübrem suretindedir. Bunun meydana çıkmayan
kısmı
ise kazâ-i muallaktır
ve birinci kısım
gibi değişme
ihtimâli vardır.
O zaman anladım
ki, Abdülkadir Geylâninin (k.s.) sözü, bu mübrem şeklinde görülen fakat muallak
olan kazâ için söylenmiştir. Hakiki mânâdaki mübrem kazâya göre değil...
Çünkü, gâyet açıktır
ki, onda tebdil ve tasarruf (değişme
ve değiştirebilme
işi), dinî bakımdan
da akıl
yönünden de imkânsızdır.
Meselenin özü şudur:
Bu kazânın
hakikatine dair çok az kişinin bilgisi vardır,
dolayısiyle
bunda tasarruf nasıl
mümkün olsun..?
Yukarıda
sözü geçen kardeşimize yönelen belânın
da, ikinci kısma
ait olduğunu
gördüm ve Allah Teâlânın
ondan o belâyı
uzaklaştırdığı
da bildirildi.(4)
Kaderimiz, irâdemiz ve amellerimiz
Hazret-i Ali radıyallâhü
anh anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) bir gün elindeki çubukla yeri eşeledi. Sonra başını
kaldırdı
ve şöyle buyurdu: Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Allah onun cennetteki ve
cehennemdeki yerini yazmamış
olsun. Herkesin saîd (mümin) veya şakî (kâfir) olduğu
muhakkak yazılmıştır.
Oradakilerden biri, O halde yâ Resûlallah, biz bu yazımız
(kaderimiz) üzerine itimat etmeyelim mi? (Yani bu durumda yapmaya çalıştıklarımızın
faydası
nedir?) diye sordu.
Resûlüllah (s.a.v.), Hayır,
sizler (sâlih) amellere devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa,
o kendisine kolaylaştırılmıştır.
Saâdet erbâbından
olan saâdet ameli yapar, şakâvet erbâbından
olan şakîlik ameli yapar buyurdu. Sonra da şu (mealdeki) âyetleri okudu:
Kim Allah yolunda (mallarının
hakkını)
verir (zekâtını
öder, bağışta
bulunur) ve Allahtan korkarsa, o en güzeli (Lâ ilâhe illallah kelime-i
tevhîdini) de tasdik ederse, biz de onu en kolaya (yani cennete girmek gibi
kolaylığa
ve rahata kavuşturan güzel ahlâka) hazırlar,
onda muvaffak kılarız.
Fakat kim de (Allâhın
hakkına
karşı
emrolunduğu
zekâtı
vermekte, hayır
ve hasenâtta bulunmakta) cimrilik edip vermez, kendisini müstağnî
görür (yani Allâhın
âhiret nimetlerine karşı
kendisini muhtaç görmez) ve o en güzeli (Allâhın
varlığını-birliğini)
de yalanlarsa, biz de ona en zor olanı
(cehennemi) kolaylaştırırız.
(Bu suretle ibâdet ve tâat, hac, zekât ve sadaka gibi bedenî ve mâlî bütün
kulluk vazife ve yükümlülükleri ona güç ve çetin; kendisini cehenneme sevk
edecek olan her türlü günah ve kötülükler ise, çok kolay gelir.)(5)
Görüldüğü
üzere hadîs-i şerifte, cennetliklerin de cehennemliklerin de Rabbimiz tarafından
Levh-i Mahfuzda tesbit edilmiş, bir başka ifadeyle ezelde takdir olunup yazılmış
olduğu
bildiriliyor. Ancak bunun, insanı
fiillerinde zorlamadığı,
tercih hakkının
bulunduğu,
hatta seçtiği
yolun kendisine kolaylaştırılacağı
da açıkça
ifade edilmektedir.
Evet, her şeyin hâlikı
(yaratıcısı)
olan Allah Teâlânın,
kullarının
kaderini bilmesi ve onu yazması,
hiçbir zaman insanı
hâl ve hareketlerinde zorlamaz. Yani insan, kaderinde yazılı
olduğundan
dolayı
günah işlemez; kaderi onu günah işlemeye zorlamaz. Çünkü kader ilim nevindendir,
ilim ise mâluma tâbidir; yoksa mâlum ilme tâbi değildir.
Yani nasıl
olacaksa öyle tahakkuk eder. Bu akâid kâidesi, kader meselesinin iyi anlaşılabilmesi
için çok mühimdir. O bakımdan
bir misâlle açıklamaya
çalışalım...
Gün görmüş, tecrübeli bir hâkim düşünün; önünden geçen birisi için, Bu şahıs
şu suçu işleyecek dese ve bunu bir yere kaydetse; hakikaten de o şahıs
aradan geçen kısa
bir süre sonra o suçu işlese; hâkimin, Suç işleyecek demesinin ve bunu bir
kenara yazmasının
tesiri olduğunu
söyleyebilir miyiz? O kişinin bu sebeple suç işlediğini;
hâkim bilmeseydi, yazmasaydı
suç işlemeyeceğini
iddiâ edebilir miyiz? Elbette ki hayır!
Bu misâli yukarıda
zikri geçen kâideye şöylece tatbik edebiliriz: Hâkimin, o şahsın
suç işleyeceğini
önceden bilmesi ilim, suçu işlemesi ise mâlumdur.
İlim mâluma tâbi olduğuna
göre; hâkim, Bu şahıs
suç işleyecek dediği
için suç işlememiş; şahsın
suç işleyeceğini
hâkim, yılların
verdiği
tecrübe ve birikimle önceden tahmin etmiş, tahmini de isabet etmiştir; dolayısıyla
bilmiştir. Hâkimin önceden bilmesinin ve yazmasının,
şahsın
suç işlemesine zorlayıcı
mânâda hiçbir tesiri olmadığı
da gâyet açıktır.
Cenâb-ı
Hakkın
ilmi ezelîdir, ebedîdir; yani zamanla kayıtlı
değildir.
Meydana gelecek bütün hâdiseleri, hiç şüphesiz önceden bilir. Bir hikmete binâen
de bu ilmini, Levh-i Mahfûza yazmıştır.
Allâhın
bilmesi ve yazması
ilim, yazılan
hâdiselerin zamanı
gelince vukûu, yani yaratılıp
meydana gelmesi ise, mâlumdur.
İlim mâluma tâbi olduğundan,
Allah bildiği
ve yazdığı
için kul günah işliyor diyemeyiz. Allah Teâlâ kullarından
kimin itaat edip kimin isyan edeceğini
bildiği
için bunu, daha o fiiller işlenmezden önce yazmıştır.
Bu bilmek ve yazmanın
ise kula, zorlayıcı
hiçbir tesiri yoktur.
Velhâsıl,
insanın
meleklik kuvveti ile hayvanlık
kuvveti arasında
dâimî bir mücâdele, itişme ve çekişme vardır.
Meleklik kuvveti insanı
yüksekliğe
(ulviyete), hayvanlık
kuvveti ise alçaklığa
(süfliyâta) doğru
çeker. Hayvanlık
üstün gelir de eserleri galebe çalarsa; meleklik siner, gizlenir. Aksi de
böyledir...
Eğer
insan, hayvanca haller kazanmaya çalışırsa,
Cenâb-ı
Hak onun meydana gelmesine yardım
eder. Ona uyan şeyleri, sebepleri yaratır,
kendisine kolaylaştırır.
Yok, meleklik hâllerini kazanmak isterse, ona da o hususlara uygun şekillerde
yardım
eder, isteğine
kavuşması
için kolaylık
verir.(6)
Nitekim Mevlâmız
Kurân-ı
Kerimde buyurmuştur ki:
Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı
isterse, dilediğimiz
kimseye dilediğimiz
kadarını
verir, sonra da onu, kınanmış
ve (âhiret nimetlerinden) mahrum bırakılmış
olarak cehenneme sokarız.
Kim de âhireti diler ve mümin olarak çalışmasını
ona göre yaparsa, işte bunların
çalışmaları
şükranla karşılanır,
makbuldür. Hepsine; dünyayı
isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabbinin ihsânından,
ayırdetmeksizin
veririz. Rabbinin ihsânı
kimseden menedilmiş (esirgenmiş) değildir.(7)
DİPNOTLAR
(1) el-Mektûbat, 1, 289.
(2) Kurân-ı
Kerim, Kaf sûresi, 50/29.
(3) Kurân-ı
Kerim, Rad sûresi, 13/39.
(4) el-Mektûbât,
İmâm-ı
Rabbânî, 1, 217.
(5) Taberânî, Mucemüs-Sağîr
(Terc.), c. 2, h. no. 655; Leyl sûresi, 92/5-10.
(6) Şah Veliyyullâh ed-Dehlevî, Huccetullâhil-Bâliğa.
(7) Kurân-ı
Kerim,
İsrâ
sûresi, 17/18-20.